3 Ağustos 2024 Cumartesi

Makuliyeti kaybetmemek için görmemeyi yeğlemek: Umudun iflası*


John Holloway,  “Umutsuz Zamanlarda Umut”  kitabının hemen başında, Edgar Allan Poe’nun Orta Çağ engizisyon mahkemelerini ve işkencelerini konu alan meşhur  “Kuyu ve Sarkaç” öyküsünden ilhamla, bir tarafında duvar olmayan ve uçuruma açılan;  diğer üç tarafında ise penceresiz ya da kapısız duvarları olan bir odanın içinde olduğumuzu, üç duvarın üzerimize doğru geldiğini ve bizleri yok oluş uçurumuna itmekle tehdit ettiğini, bu odadan kurtulmak için çaresizce duvarları yumrukladığımızı ve onları parçalamanın bir yolunu bulmaya çalıştığımızı yazar.  Yazarın kaleminden dökülen bu dehşet anına hiç de yabancı değiliz aslında.  Ülke olarak etrafımıza ördüğümüz duvarlar ile kendi cehennemimizi yaratma konusunda pek mahiriz.

Umutsuz zamanda umuttan bahsetmek demek, bu temsildeki duvarları ve uçurumu anlamak demek. Umudu tamamen motivasyon cümlelerini çoğaltmakla elde edilen bir güç zannetmek, yolu bu uçuruma doğru çevirmek anlamına da geliyor. Günümüz koşullarında ise umut kavramı, içine düştüğü yorgunluk ve yanlış anlamadan arındırılmak gibi bir çeşit akut müdahaleye ihtiyaç duyuyor. Özellikle, çürümenin boyutlarını umursamayan, kısa vadeli “günü kurtarma” odaklı toplumlarda bu akut müdahaleyi dillendirmek bile rahatı kaçıran tiksindirici bir tavır olarak görülüyor.  Yine de bu müdahalede ısrarcı olanlar, Ernest Bloch’un  “Umut İlkesi” kitabının önsözünde korkunç bir dünya ile baş etmek için ipucu olarak  bize fısıldadığı,  umut etmeyi öğrenmek bir meseledir, sözündeki  müfredatı görebilenlerdir.  Korku dolu ve ne olacağı, nereye gideceği belli olmayan bir dünyada, umudu bir mesele olarak gerçek anlamıyla hayatımızın orta yerine koymak ve  bu umudu öğrenmek zorunda olmak bir onur meselesidir de aynı zamanda..

Umut kelimesini arındırmak şeyleşme, temenni etmek ve makul olana sarılmak noktasında alışılagelene dur deyip yeni bir anlatı bulmak ve faydasız olanı terk edecek kopuşları tartışmayı gerektiriyor.  Şeyleşme, insanın insani değerini yitirerek maddeleşmesinin bir pandemi olarak yayılmasının diğer adıdır. Haysiyetli özneler yerine şeyleşen nesneler yaratan bir siyasetten bahsediyoruz tam olarak. Siyasetin söylem olarak sorumlu olduğu kitleleri birer sermaye gibi görmesi ile kitlelerin otomatik komutlara tepki veren robotlara dönüşmesi hızlanmakta ve içine düştükleri bu güdümlü maddeleşme “ikinci doğaları” haline gelmektedir.

Bu aşamada “umut” kelimesi bir propaganda malzemesi olarak sanal bir markette, seçmenler  için zaten belirlenmiş olan seçeneği onaylamaktan başka bir fonksiyonu olmayan ve onların düşünce ve eylem kaslarını atıl hale getiren bilinçli bir sömürünün diğer adı oluyor. Bu noktada bu şeyleşme umut kavramının felç olması ile doğrudan ilgilidir. Kişiyi hükümsüz kılan şeyleşme, otantik olan umudu da alır insanın elinden. Özne olarak bizler, kıymetinden düşüp, nesne tahtına oturtulmakta ve karşı tarafın çıkarlarına hizmet eden bir algoritmanın analiz nesnesi haline gelmekteyiz.

Şeyleşme üzerinden birinci duvar için bir kesit: Kayseri’de, bir Suriyelinin küçük bir çocuğu taciz ettiği iddiasıyla sokağa dökülenler, masumiyet karinesi noktasında adalet sisteminin sağduyuna tenezzül etmeden Suriyelilerin evlerine, dükkânlarına ve araçlarına saldırdılar, mallarını yağmaladılar. Yetmedi, ülke sathına yayıldı bu linç girişimleri: Bursa, Hatay, Adana, Antep ve Konya’da da Suriyeliler yönelik şiddete ve nefret söylemleri olancasıyla devam etti. Yetmedi, bu yaygınlaştırılan şiddet ve nefret diline Antalya-Serik’te yaşayan 17 yaşında bir Suriyeli çocuk, bıçaklanarak kurban edildi.  Linç kültürü ile yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayan şeyleşme, insanların hakkaniyetin doğasından uzaklaşıp, kanıt, yargılanmada tarafsızlık, savunma hakkı gibi hak ve adalet aşamalarını es geçerek toplu imhayı mazur gördükleri bir toplumu inşa ediyor. Üstelik bunu daha umut vadeden bir ülke için yapılan bir şey olarak gösterip, umudu şiddetle kol kola gezebilen bir kavram gibi gösteriyor.

Bu nedenle gerek Şeyleşme gerek temenni etmek ile ikiyüzlü bir iyi niyet illüzyonunun öz çocuklarıdır. Şeyleşmeyi kabul edip kendi elimizle yarattığımız bu cehennemden kurtulma zannı için en kolay yol ise temenni etmek oluyor çoğu zaman. Siyaset ehlinin bu temenni etme konforuna sorumlu olduğu topluluktan önce rağbet etmesi bu kan bağını yeterince izah ediyor zaten. İşi eylemek olan, var olanı düzeltmeye ve yeni çözüm yolları ile alternatifler üreterek toplumun önünü açacak olan siyasetin kendi potansiyelini kullanmaması içler acısıdır. Toplumlar çözümsüzlük atmosferinde asgari bir tutum olarak temenni edebilir elbette ancak siyaset makamı temenni etmenin ötesinde bir hareket kabiliyeti sergilemek zorundadır. Topluma kulak kesilerek, sadece sufle vermekten öteye gidemeyen Türkiye Siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle bu sorumluluğun altında ezilip kalmıştır. Geçmişin bel büken mirasından azade bir şekilde şu soruyu sormak hakkımız değil midir: Şu an hepimizi bir uçurum sahibi kılmaya çalışan bu duvarlar karşısında, nereye, ne şekilde ve ne zaman mevzilendiğimizi/mevzileneceğimizi bize anlatmak ve kurucu/inşa edici bir yol belirlemek siyasetin görevi değil midir?  Türkiye ve Türkiye siyaseti uzun zamandır iflas eden umudun yeniden inşasına dair üzerine düşeni yapmamıştır. Kullanılan dil, ortaya konulan eylemler, yaşananlara dair verilen tepkiler, sorunlar karşısında çaresizce debelenmeler, gevelemekten yorulmuş ve durmadan büyüyen bir geyik muhabbeti.. Yarından bihaber, günü ıskalayan terennümler..

Temenni etmek üzerinden ikinci duvar için bir kesit: BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, bir süre önce sosyal medya paylaşımıyla Amedspor’un şampiyonluğunu kutlayan ve zaman zaman oynadığı takımda attığı gollerden sonra zafer işareti yaparak, ya da halay çekerek sevinç gösterisinde bulunan ve son olarak da Almanya Milli Takımı’nda forma giymeyi tercih eden Deniz Undav’ın vatandaşlıktan çıkarılmasını talep etti. Yetmedi: Almanya Milli Takımı Euro 2024 Avrupa Şampiyonasından elendikten sonra sosyal medya üzerinden futbolcu Deniz Undav’a edilmedik, söylenmedik hakaret bırakılmadı.

Tüm bunlar da toplumun birlik ve beraberliğin sağlanması noktasında iyi niyetli bir çaba gibi gösterilen ama aslında tam tersi, ayrıştıran ve kutuplaştıran art niyetli bir umut paravanının arkasına saklanarak yapıldı. Talep etmek ve temenni etmek arasında hiçbir fark yoktur esasında. Kendi kelime terminolojisi ile kendini katleden bir hafızanın çocukları değil miyiz zaten? Bir basın açıklamasında sadece Kürt olduğunu söylediği için birine “vatansız” demekle vatanı kurtardığını zannetmek geleceği ve umudu ve haysiyeti yok etmek değil midir?

Temenni etmek, üstünkörü konuşarak bir yanıt vermektir. Umut etmek ise gerçek anlamıyla bir açılım sergilemektir. Yanıtların daraltıcı ve köşeye sıkıştıran dünyasından kurtulmak, açılımların yarattığı olasılıklar dünyasında nefes alıp vermek istiyoruz artık. Umut yanıtlarda değil, umut sorular sorarak yeni doğacak soruların soluğundadır.  Seçenekler bellidir. Sağlıklı tartışma, fikir alışverişi alanları sağlamak ve hukukun imkânlarını karşıt görüşlerin korkusuzca ve yapıcı olarak yaşatılabildiği bir alanı korumak için seferber etmek. Sorularla yenilenerek inşa edilen siyaset mi yoksa üstünkörü yanıtların konforuna dayanan bir siyaset mi? Bu seçim, umudun bu ülkenin havasına, suyuna, toprağına sirayet edip edilmeyeceğinin de seçimidir.

Makul olana sarılmak üzerinden üçüncü duvar için çatlaklar bahsi: Makul olana sarılmak bir görmezden gelme ve üşengeçlikle çözümden kaçma tarzı olarak Türkiye siyasetinde yerini alıyor. Makuliyetlerini kaybetmemek için görmemeyi yeğleyenler, umudu hasıraltı edip, temenni ederek hiçbir şey üretmeyenler, Marx’ın o meşhur sözünü ödünç alarak söylersek bu toplumun mezar kazıcılarıdır.  Önceden tanımlanmış bir hatta buluşma fikrinden öte, tam şimdi, herkes kendi bulunduğu yerden umudu büyütmeye ve bu büyük buluşmaya dâhil olmalı değil mi? Tanımlamalar beraberinde bir ikiyüzlülük getirir, der John Holloway,  tam da bundan dolayı tanımlama önceden yapılagelen davranışları yeniden üretir. Fayda sağlamadığı sabit olan davranış kalıplarını reddederek başlar umut.  John Holloway, bu bozuk dünyaya muhalefetimizi meşru kılmak için mutlu son sözleri vermeye ihtiyacımız yok bizim, derken çıkış noktasının kusurlu bulduğu dünyayı reddetmek, aleyhimize işlediğini hissettiğimiz dünyanın aleyhinde olmak gerektiğinin altını çizmişti. İşte akut müdahale için bu cümleyi merkeze alabiliriz.  Siyaset, umut pompalamak adına mutlu son gibi masalsı bir sentetiklikten uzaklaşıp, içinde kurucu bir gelecek için gerekli olan bedel, eylem ve istikrar sadakati olan, organik bir devamlılığı müjdelemedikçe umut kulaklarda yer etmeyen, kalplerde titreşmeyen ve zihnimizin karanlık odalarına hapsettiğimiz bir acayip bir  mahlûkata dönüşecek.

Umudu doğasına kavuşturmak kendi habitatımızı da düzenlemek için elzem. Ama tam da bu kabullere inat umudu öğrenmek zorundayız. Umutsuz zamanlarda umut, bu üç duvarın daraldığı ve uçuruma açılan yerde çatlak yaratmak için harekete geçmek demektir. Çatlak yaratma yöntemi, bir pencere açmanın, bir duvarı yıkmanın zorlaştığı yerlerde bir kriz yöntemidir.  Bu yöntemin doğurganlığını görmezden gelmek uçurumu reva görmekle aynı anlama geliyor.  Bu reva görmenin akıbetini de Abdulkadir Geylani zamanını aşan bir basiret ile şöyle dile getiriyor:

“Temenni ede ede ahmaklık ovasına vardılar. “


*Bu yazı 17.07.2024 tarihinde ( Makuliyeti kaybetmemek için görmeyi yeğlemek: Umudun iflası - Serbestiyet ) yayınlanmıştır. 

26 Temmuz 2024 Cuma

Hayatta Kalma Talimleri




                    “Mecbur olursam ağlamasını da bilirim.”

Bir klişeye başvurarak  kopuyorum
günün belli saatlerine yayılan her bir ağızdan
durmadan tekrar ediyorum
istesen de istemesen de bir tekrarsın sen
dünyanın ağzında
cehennemin iltihap tutmuş zarında
önce sesini unutarak ölüyorum

kendimi ikna ettim, hemencecik, daha önce kullanılmış bir sessizlikle
mezarlar açılır ve ölüm tekrar bizi terk eder
savaş ilk kez girmez insanın evine
iyi niyet bir nişanedir, hep vardır
göz inkâr ede ede kulaklaşır meydanların kiri gibi


“bende bir şeyler erken yaşlanır
duyanlar buna da klişe diyecek kuytularda
söz çoğaldıkça kelime bıçak olacak çehremde
bir yırtık
bir iz
bir ödün
biyografime hizmet edecek yüzüme göçtükçe.

bir emanet gibi sakladım seni
ufak bir sıyrıkta
kitap sayfalarına şarkıların nakaratlarına kuvvetten düşen bedene


görünür bir benzerlik gösterir hayat suya yazı yazarken
suyun üzerinde durmak gibi bir kapıyı aralamak
ikiyüzlü bir ateşten farksız
yolculuktan sonra üstünde yer etmiş tozların da bir hatırı vardır
kelimeleridir çünkü kalbinden mesul bir yolun

tamam, anlamakla bozalım bu ezberi
seni tamamlamakla sende solmakla
titreyen ses bir hitap şeklidir, bilindikçe görmezden gelinir
kanatlanmak bedene yazılır kambur bir sırtta
önce ölerek hayatta kalıyorum
tüm zamanlar içinde buna
bir kemik kalıncaya kadar yaşamak diyorum

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Geleceğin inşasında sadakat ve bireysel sorumluluk *


Kamusal/toplumsal alanın tasfiye edilmek istendiği, siyasetin önemsizleşip yapıcı dinamiklerinden uzaklaştığı, büyük değişimlerin olabileceğine dair umutların şehirleri terk ettiği günümüzde bir gelecek inşasının zorluğu, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bunların aşılamayacağına dair zehirli bir inanç, aşılması gereken bir ideolojik duvar gibi önümüzde dikiliyor.

Zygmunt Bauman, ‘Siyaset Arayışı’ kitabında, kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanların, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür olmadıklarının altını çizer (1). Böyle bir durumda insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edemezler, ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayıramazlar ve hatta bunlar üzerine düşünmeye bile ihtiyaç duymazlar. İktidarların çok sevdiği bu toplum yapılanması, özel ve kamusal hayat arasındaki köprülerin atılmış ya da hiç inşa edilmemiş olması üzerinden kurulur. Yani, kişisel kaygıları kamusal meselelere tercüme etmenin bir yolunun keşfedilmediği sürece çözümsüz kalacak gibi görünen bir sorundan söz ediyoruz.  

Bireysel özgürlükler ile kamusal hayat arasındaki bu çatışmanın tam ortasında olan biz yurttaşlar farkında olmadan toplumsal alanı tahliye ediyor, bireysel özgürlüklerin bizi kurtaracağı yanılsamasının içinde kendi sığınaklarımızda zamanın geçmesini bekliyoruz. Bireysel olarak bugüne tutunmak ile kolektif alanda etrafımızı çevreleyen kötülükle mücadeleyi nasıl te’lif edeceğiz? Bunun yol ve yöntemlerini aramak ve bulmak zorundayız.

Pierre Bourdieu’nun, geleceğe dair devrimci bir proje tasarlarken bugüne tutunmanın önemine dair ifadesini hatırlayalım: “Tasarı gelecek ise bugüne olan bağlılığın nasıl olacağı en önemli meseledir.”

Herkesin yerini kolayca bir başkasının alabileceği bu belirsizlik ve güvensizlik çağında önemi apaçık olsa da pek az kimse “bugüne tutunmak”la ilgili görünüyor. Tam burada “an’ı yaşamak” ile “bugüne tutunmak” arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamalıyız. “An’ı yaşayan” kişi an’dan sadece alacaklı olduğunu düşünür; onun yarın için taşıdığı potansiyelin içinde mayalanmayı göz ardı eder. Oysa geleceği düşünürken “bugüne tutunan” kişi için ‘an’ bir eylem alanıdır.

İşte sadakat, bu ayrım üzerinde ve kurucu bir gelecek hakkında düşünürken bize yol gösterecek çok önemli bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.

Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadāḳa(t) صداقة  “sadıklık, dostluk” sözcüğünden türetilmiştir. Arapça ṣadaḳa صَدَقَ  “sadık idi, dost idi” fiilinin faˁāla(t) vezninde mastarıdır (2). Türk Dil Kurumu’na göre sadakatin iki anlamı vardır: İçten bağlılık ve sağlam, güçlü dostluk. Kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme anlamını da içerdiği çeşitli sözlüklerde geçmekte. Tanıl Bora sadakati, doğruluk, yürek doğruluğu, erdemli, doğru olmak ve adil olarak nitelerken, kelimenin hak ve erdem anlamlarına da gelebileceğini vurgular (3).

Kelimenin karşılıklarını ve anlamlarını zihnimizin bir yerinde tutarak kurucu bir gelecek inşası için sadakatin neye karşılık gelebileceğini ‘Sadakat Felsefesi’ etrafında incelemek yol açıcı olabilir.

Sadakat Felsefesi’nin kurucularından ve idealist felsefenin önde gelen düşünürlerinden Josiah Royce, hiçbir felsefi konunun kötülük probleminin yanlış ele alınmasından ve yanlış ifade edilmesinden daha cesaret kırıcı olmadığını vurgularken, sadakat odaklı ahlak anlayışını kötülüğün üstesinden gelebilmenin bir yolu olarak önerir; bunu yaparken sorumluluk bilincini öne çıkartarak kötülükle mücadelede kolektif iradenin varlığının önemine dikkat çeker. Royce, kötülüğün insanın kendi özgür iradesinin bir sonucu olduğu şeklindeki görüşe karşı çıkar. Ona göre, bu görüşe itibar edilmesi durumunda herkesin kendi kurtuluşunun peşinde olacağını da kabul etmek gerekecektir. Royce, böyle bir yaklaşımın kolektif irade ve sorumluluğu dışta bırakacağına dikkat çeker (4). Burada kolektif iradenin ve sorumluluğun dışta bırakılmaması vurgusu önemlidir, çünkü kolektif iktidarsızlık tam da buradan neşet etmektedir.

Gelelim Royce’un kötülükle mücadelede sadakat kavramından nasıl yararlandığına…

Royce, öncelikle kesin bir tanımının olmadığını düşündüğü ‘sadakat’ kavramının kısmi ve geçici bir tanımını verir:

 “’Sadakat, bir kişinin bir amaca eylemleri ile içten ve esaslı bir şekilde bağlanmasıdır. Bir insan, ilk olarak onu sadık kılacak bazı amaçlara sahipse, ikinci olarak bu amaca içten ve esaslı bir şekilde bağlıysa ve üçüncü olarak, bağlılığını tutarlı eylemleri ile pratik olarak doğruluyor ve dışarı vuruyorsa sadıktır” (5).

Fikir ve eylem birliğini içeren bu tanım, tasavvuftaki hikmet kavramına yakın duruyor.

Joyce, dayanışma ve sorumluluğun fikir ve eylem birliği içerisinde, sadakatle örülmesini salık verirken, kötülükle mücadele etmenin iyiliği oluşturabilme gücünü ayrıca vurgulamaktadır. Bu yaklaşımda kötülüğün gerçekliğini görmezden gelmek veya yok saymak yerine kötülüğün farkında olmak, onunla mücadele etmek; kötülüğü, iyi olanı gerçekleştirerek bastırmak ön plana çıkmaktadır.

Kötülükle mücadele ve ortak iyiyi çoğaltma çabası, başkaca erdemleri ortaya çıkarması açısından da ayrıca kıymetlidir. Cesaret ve umut gibi büyük erdemlerin en fazla, kötülüğün ve kötülüğe karşı mücadelenin karşı karşıya geldiği zamanlarda ortaya çıkması bundandır. Bugünün zulüm ve kötülüklerine karşı ortaya çıkacak cesaret ve umut bilmeyi, bildiğini hayatla sınamayı, hatırlamayı ve doğal olarak belleği de içinde barındıran yönleriyle kurucu bir gelecek için olmazsa olmaz erdemler olarak öne çıkmaktadır.

Kötülükle mücadelede kolektif bir bilinç ve kolektif bir sorumluluk olmazsa olmazdır. Royce, kötülüğün üstesinden gelmede sadakatin bireysel irade ile sosyal irade arasında uzlaşmaya imkân veren yönüne tam da bundan dolayı dikkat çeker. Bireylerin kötü eylemleri ile insanlığın kötü kaderi arasında kopmaz bir bağ vardır, o nedenle iyi bir gelecek için dayanışmacı bir bakış açısına ve sorumluluk üstlenmeye ihtiyaç vardır. Burada sorumluluk, bireyin kötülüklerden ve olumsuzluklardan dolayı başkalarını suçlamak yerine kendi ödevlerini ciddiye alması, kötüyü iyiye dönüştürebilmek için çaba sarf etmesidir (6).

Royce’un sorumluluk tanımı, bir duygu durumu olarak sadakati eylem sahasına çekmesi anlamında önemli ancak eksiktir.  Andre Compte-Sponville Büyük Erdemler Risalesi kitabında bu eksikliği şöyle tamamlayacaktır: “Sadakat, bellek erdemidir ve erdem olarak belleğin ta kendisidir.” (7)

Belleğin sadakat ile olan bu alışverişi onu önemli erdemlerden biri haline getirmekle kalmaz onu ahlak’ın hemen yanı başına konumlandırır. Sadakat burada artık var olan ve yaşanan kötülüklere karşı durmak için sığınmamız gereken bir kavram biçimine bürünüyor.

Cesaretin insanların kalbinden, zihninden, dilinden ve elinden zorla alınmaya çalışıldığı bir zamandan geçiyoruz. Korkunun evlere, sokaklara, caddelere ve bulvarlara sindiği, insanların kendilerini çaresiz hissetmesi için bütün olanakların seferber edildiği bir zaman bu… Kötülerle ve onlardan neşet eden kötülüklerle mücadele etme cüretimiz ellerimizden alınmış durumda.

Kamusal/toplumsal alanlar tahliye edildi, çünkü insanlar ötekileştirildiğinde ve kendilerini üvey evlat gibi hissettiklerinde susmayı öğrenmeye başladı, öğrenmek kanıksamaya dönüşünce de susmak kemikleşti.

Gelecek, muktedirlerin eliyle ümitsizliğe mahkûm edilmek istendiğinde, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler her gün katlanarak arttığında, yoksulluk insanların kaderi haline geldiğinde, tersanede ya da inşaatta işçi ölümleri bir ekmeğin kaderine yazıldığında, emekçinin, esnafın ve çiftçinin sesi soluğu kesildiğinde, gençlerin ve kadınların sesleri, haykırışları çoğu zaman sessizlik duvarlarıyla örülüp hapsedildiğinde insanların çoğu kör ve sağır olmayı bir erdem olarak hanelere yazmakta hiçbir beis görmedi.

Fakat heyhat, susmanın kemikleştiği yer aynı zamanda kıyametin hissedildiği yerdir ve orada kişisel özgürlüklerin ne garantisi ne de hükmü vardır. O kıyamette kimse kendini açıklamaya, suçlamaya ya da temize çıkarmaya yarayacak bir konfor alanına sahip değildir. Orada sadece kaos vardır ve böyle bir evrede başkalarının kişisel özgürlüklerine duyarlılık göstermeyenlerin kendi özgürlüklerini kurtarmaları ihtimal dahilinde değildir.

İşte biz de şimdi kötülükle mücadelenin ödev ve sorumluluk alanından tahliyesinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını tecrübe ediyoruz. ‘Biz’ çok sesli bir özne ama konuşması gereken alanlarda sessiz. Konuştuğunda da sadece şikâyet dilinden konuşuyor.

Ne yazık ki kötülüğe ve kötülere durmadan küfretmenin rahatlatıcı etkisi altında bugünü kurtardığımız, sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz yanılsamasından kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu çok konforlu alanın terki, aslında kendini zahmetli bir içsel işkenceye yazdırmak demek. Ama kim içsel de olsa işkence görmek ister ki? Acı çekmenin, zahmet görmenin ve hayreti sürekli diri tutmanın ekonomik bir karşılığı yok; bu susmak ve durmak için geçerli bir sebep… ‘Ne kazanacağım günün sonunda?’ sorusu, modern zamanların en çürütücü armağanı değil mi bize?

Bugün hem toplumsal alanda hem bireysel alanda yaşadıklarımıza göz ucuyla da olsa bakalım. Kör ve sağır bir şarkıyı hep bir ağızdan, şehvetle söyleyişimizin hafızamızı ve geçmişimizi nasıl yok ettiğini hissederek, görerek ve en sonunda buna göz yumarak nasıl bir geleceksizlik kurduğumuza dikkat kesilelim. Sadakatini kaybetmek bir masumiyet yitimidir. Masumiyetin yitimi hafızasızlıkla malûldür; bu da bizi bugüne tutunmanın yollarından mahrum bırakır. Değişim tam da bundan dolayı masumiyeti yeniden kazanmak, belleği bir hakikat olarak kabul etmek ve kötülükle mücadelede iyiye sadık kalmaktan geçecektir.

Masumiyetin yitimi ve bu yitimin ‘doğal’ sayılması, insanın kötülüğün iştahına karşı hiçbir savunma aracı üretemediği ölümcül bir kabule karşılık gelir. Bu ölümcül kabulün en büyük zaafı hafızasızlıktır.  Leibniz’in dediği gibi “Şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.” Hafızasızlık dün bugün ve yarın arasındaki dinamik bağları işlevsiz hale getirir. 

Bundan dolayı masumiyetin insandaki karşılığı olan yürek doğruluğunun ve adaletin, daha geniş bir tanımla sadakatin geri kazanılması, insanın takvime, zamana, eyleme dönüşüne, kirli akan kanın tazelenişine karşılık gelir.

Dipnotlar: 

1- Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları.

2- https://www.nisanyansozluk.com/?k=Sadakat&view=annotated

3- Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları.

4- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü – Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. (http://sbe.gantep.edu.tr) 2011 10(1):323 – 350 )

5- Bahtinur Möngö, Josiah Royceun Metafiziği – Erzurum 2014

6- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü  

7- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

8- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

*Bu yazı 21.11.2021 tarihinde ( https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/gelecegin-insasinda-sadakat-ve-bireysel-sorumluluk-75923/ ) yayınlanmıştır.