1 Aralık 2015 Salı

yokuş yol’a dergisi dördüncü kez yola revan




Çıkmaya hazır olduğunda çıkacağını taahhüt eden edebiyat ve düşünce dergisi yokuş yol’a, üçüncü sayıdan uzun bir vakit sonra dördüncü sayısıyla da gümbür gümbür gelmeyerek raflara kuruldu.

Dördüncü sayının kapağından “Kimsenin bir yere gideceği yok, hepimiz yarı yolda kalacağız” diye seslenen yokuş yol’a, dergideki iki röportajdan birini bu sözün geçtiği kitap hakkında sözün yazarı Murat Özyaşar ile gerçekleştirdi. Diğer röportaj birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen, “dünyada en çok nefret edilen milletin en çok bilinen yazarı” Milorad PAVIC ile, Thannasis Lallas tarafından gerçekleştirilen bu röportaj, H. Nisan Necipoğlu tarafından Türkçe’ye tercüme edildi.
Röportaj tercümesi dışında dergide dört çeviri eser daha yer alıyor: Malmîsanij’ın “Herakleîtos” şiirini Serkan Günay Zazakî’den Türkçe’ye, Kemal Özer’in “Sevgilim Sürçersem” şiirini Rêdûr Dîjle Türkçe’den Kurmancî’ye, Sohrab Sepehri’nin “Suyun Akay Sesleri” şiirini Hatice Kılıç Farsça’dan Kurmancî’ye çevirdi. Ayrıca İsmet Özel’in Türkçe yazılmış olan “Sevgilim Hayat” şiiri Nûhat Deştî tarafından Kurmancî olarak söylendi.
Dördüncü sayıda şiirleriyle; Olcay Özmen, Can Küçükoğlu, Betül Aydın, Emrah Karakuş, Ahraz Revan, Jose Nihilo, Sedat İpek, Ahmed Bedlek, Ömer Osmanoğlu, Yunus Aydın, Ümit Güçlü, Mahmut Oktay, Engin Taşkaya, Huznî Surela, Bahadır Ozan Yaşar ve Cihan Ülsen yer alıyor.
Bu sayının öyküleri ise; Uğur Nazlıcan, Simla Sunay, Mustafa Orman, O. F. Baran, Reha Ruhavioğlu, Erdal Aktaş, Hüner Aydın, Hares Yalçi tarafından kaleme alındı.
Dördüncü sayıda; Ayşegül Tözeren Müebbet Edebiyatı hakkında bir giriş yazısı kaleme alırken Abdullah Çelik Carlos Fuentes romanında Ölüm Sınırında Varoluş meselesi, Sinan Kızılkaya da Mehmet Kurt’un “Türkiye’de Hizbullah” kitabı üzerine yazdı. Ayrıca Koçer Avcı’nın Kent, Hayret, Taşra yazısı da kent ve taşra ile kentli ve taşralı üzerine çarpıcı şeyler söylüyor.
Yayın Yönetmenliğini Cihan Ülsen’in üstlendiği yokuş yol’a dergisi’nin yayın kurulu şu isimlerden oluşuyor: Bilal Medeni, Hares Yalçi, Ahmet Aksoy, Ömer Köse, Yusuf Ekinci, Feyzi Baran ve Reha Ruhavioğlu.

14 Haziran 2015 Pazar

Yettiği Kadar Dünya*



Bora Abdo’ya

dedim bu hastalık çok incedir
ellerine bir marifet kondur ellerine fenn-i evvel
bilincine duyma bilinci ve buldozerlerle açılan yerden başla, yaşamak
bitliğini yaşamak, için için hep çalgın hep uzun sürer kış
göze geliyor ayak izlerinde yer etmiş buruşukluk
hastalığına el göz etmişler için bir ön kabuk
dedim kapanan dünya yarılan ar duvarlardan sızmaktadır

kalbim yeltendiği küfrü atıyor
küfürler hep sokak başlarında hep illegal hep kahrolsunlar aralarda
buradan başlamalı branda çekmeye bahane
bahane, giz büyütmekle yelin esrimesi kolay bahane
dedim az kendime sebep olsam
üç talakla kopsam bu mağaradan bu jurnal terk etse şehri
kimse görmese fark etmese bilmese ve benzeri
şırıngayı boğazına daya ve koca bir gürültü armağan et o ölü evine
dedim bu mevtayı kim kaldırır ortalık yerden

gülmemiştin
kendimi şahit bildim
kendimi hep yalandan bildim
büyüttükçe mabadına oturan dünya yoktan bir ağrıdır, bildim
sana rengini veren bu vurguya eşlik olsam
hep kendimden kendiliğinden kendim bilsem
marifet fısıldadı kulağıma hastalıklı fısıldadı
dedim kalbim yeltendiğim bir ağrıdır

ellerine bir marifet ellerine cürete kalksam kimsenin göz etmediği
bilirim o ayıp sözcükleri, gördüğümden bilirim
sofralarda şehirlerde üçüncü şahıs tahtında
boyası dökülen her ev sanrıdır her ev hariciye
mutatla iştigaldir her söylence
kimse bilmez, sen de söyleme bahanem olsa yine söyleme
dedim yettiği kadardır dünya



*itibar dergisi, haziran 2015

12 Mart 2015 Perşembe

Roboskî : Terbiye Terminolojisine Giriş*

“Burada da kimse bir şeye kulak asmaz,
 hele bir ölüden gelen habere, hiç.“
Franz Kafka, İmparatorun Haberi


“Geçmişle yüzleşmek” gibi koca bir derdimiz var. Hangi mevzuya kulak kabartsanız önünüze çıkması kuvvetle muhtemel bir dert bu. Sorunların halli için olmazsa olmaz sihirli bir anahtar gibi efsuna bulanmış bu temenni cümlesi ile ülkenin tarihi/şimdisi/geleceği geçiştirilmeye çalışılıyor.  Söze, durmadan sirayet eden bu garabet cümle,  elinizi taşın altına koyar koymaz birdenbire yok oluveriyor nedense.  Zira uzun zamandır nu memlekette geçmişle yüzleşmek dediğiniz, salt bir teşhir malzemesi olarak görülüp, buna göre amellere konu ediniliyor. Nihayetinde geçmişle yüzleşmek, bir arzu nesnesi haline getirildi itina ile. 

Geçmiş, bir arzu nesnesi olmakla kalmadı. Günden güne büyüttü ve yeniledi kendini. Ülkenin son yüzyılında başlayarak günümüze kadar, kendinden menkul bir “terbiye terminolojisi” inşasında önemli bir rol oynadı.  Sadist bir ilişkinin kollarına bırakılan/atılan milyonlar, her nesilde dozajı artırılmış şekilde işlenen bu retoriğin boyunduruğuna vuruldu. Kişioğlundan başlayarak toplumsala kadar yelpazenin kıyısında köşesinden kim ve ne varsa, bilerek veya bilmeyerek nasiplendi bu terminolojiden. İktidarlar, tedavüle sokulan terbiye terminolojisinin sadre şifa olacağına dair pratikler geliştirerek bugüne kadar gelmeyi bildiler. Hakikat ile doğrudan veya dolaylı alış verişi olmadığı aşikâr bu tutum,  gücünü en çok tarih/algılamak/hatırlamak/yüzleşmek gibi meselelerde  kendini açık etti/ediyor.

Terbiye terminolojisinin ilk ve önemli vurgusu, ortak acılar retoriğidir. Açık yüreklilikle dile getirmemiz gerekiyor, gelinen bu zamanda kimsenin bir diğerinin acısı ile ortaklaştığı falan yok. Herkesin diline pelesenk olmuş bu ortaklaştırma çabası, “eksik teşebbüs” dahi değildir. Uzun uzun değil, sadece yüzeysel bir bakışla cumhuriyet tarihine öylece göz atmanız vaziyeti görmeniz açısından yeter ve artar sebep olacaktır. Zira katliamlardan başlayarak darbelere, faili meçhullerden asit kuyularına, öldürülen çocuklardan yaşanan tecavüzlere ve dahi yargı yolu ile yaşanan adaletsizliklere kadar dile ve akla gelen her olayda bu tavrı görmek mümkün. Birinin darbe dediğine bir başkasının devrim demesi, sokak ortasında öldürülen ama nedense faili hep meçhul cinayetlerde yaşanan amam gerekçesi bilinen suskunluklar, onlarca insanın öldürüldüğü katliamlara mevzilendiğiniz yere göre getirilen tanım denemeleri, utançtan başka her dile tercüme edildi. 

Bu tercüme ve terminoloji çalışmaları en son “Roboskî Katliamı”nda ortaya çıktı. 28 Aralık 2011 yılında silahlı kuvvetlere ait savaş uçakları Şırnak Uludere (qıleban) ilçesi Gülyazı (bujeh) ve Ortasu (roboski) köylülerinin üzerlerine bomba yağdırarak 17’si çocuk 34 insanı öldürdü. 34 insanın katledilmesi derin bir sessizlikle karşılandı ilk önce(!). Sonra, bu derin ve aslında akıl/alır sessizlik büyüdükçe büyüdü.

Geriye gidip baştan başlayalım o zaman.  2011 yılının 28 Aralık’ında bu ülkenin ( Türkiye Cumhuriyeti ) askerleri tarafından, yine bu ülkenin savaş uçakları eli ile 34 insanı katletti. Ölenlerin çoğu, olay yerinde, kan kaybından ve donarak öldü. Ambulansların olay yerine gidişleri engellendi.  Ölenler ve yaralananlar hastanelere battaniyelere sarılı ve katır sırtında taşındı.  Katliama ilişkin haberler, merkez medyada 12 saat sonra kendine yer edinebildi. Sesleri kısıktı, “onlar teröristti aslında” diye haberler servis edildi. Yapılan serviste her şey “bir olaydan ibaret” olarak dile getirildi. Öyle denilmesi istendi, öyle denildi. Katliamı aydınlatması beklenen savcı, olay yeri incelemesini bindiği helikopterden hiç inmeyerek gerçekleştirdi.  Olay yerine ilişkin tutanaklara “hiçbir şey görmedikleri” kaydedildi.  Yetmedi, katliamda yakınlarını kaybedenler ile katliamı protesto edenler hakkında davalar açıldı. Yüksek makamlardan tehdit edildiler. “Haddinizi bilin” diyerek, hadlerini aşmada zerre beis görmediler. Katliamın hemen ardından bağımsız sivil toplum örgütlerinin hazırladıkları raporları görmek istemediler. Raporlarda sorulan sorulara sessizlikleri ile cevap verdiler. Ülkenin başbakanı hava muhalefetini mazeret gösterip, olay yerine gitmeyerek, ailelere başsağlığını çok görürken, katliamı gerçekleştiren silahlı kuvvetlerin başkanına -olay karşısında gösterdikleri “hassasiyet” için- teşekkür ettiler. “Merak etmeyin olayı soruşturacağız, sorumluları yargı karşısına çıkaracağız, bu olay Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmayacak, müsterih olun” dediler. Tez elden soruşturma dosyası hakkında gizlilik kararı verdiler. Uzunca bir süre soruşturma dosyasını gizliden yürüttüler.  Öenlerin aileleri tarafından yapılan adalet çağrılarına yüzyirmiüçbintürklirası ile karşılık verdiler. Daha ne yapsındılar, bu insanlar ne istiyordular, anlamıyordular.

Adalet, tecelli etmekte pek hevesli ve mahirdi değildi.  Meclis, kaç zaman sonra, araştırma komisyonu kurdu kendi içinde. Bir umut, herkes buradan çıkacak sonuç raporunu beklerken, 2013 yılının Mart ayında Uludere Meclis Komisyonu raporunu yayınlandı. Raporda, açık bir şekilde “yaşanan olayda bir kast yok” dediler. Arkasından savcılık eli ile dosya hakkında yetkisizlik kararı verildi. Hem de meclis raporunda belirtildiği gibi  “taksirle adam öldürme suçu” ile. Savcılık kasıt yok diyordu bu kararında. Soruşturma dosyası askeri savcılığa gönderilirken, tez elden bir nüshası Genel Kurmay Başkanlığı’na gönderiliyordu. Yapılan itirazlar ise hemen ve kesin bir dille reddediliyordu.  Ve aslında verilen yetkisizlik kararı çaktırmadan(!) takipsizlik kararına dönüşüyor ama bunu kimse bilmiyordu. Kimse bilmez bir haldeyken, genelkurmay başkanı hakkında soruşturma yapılmasına yer olmadığına dair karar veriliyordu. 

O zaman kaldığımız yerden devam edelim. Terbiye terminolojisi, unutmak ve unutturmak ile kendini var eder, vurgusunu bunun üzerine bina eder. Bütün amaç, kaderciliğe bulanmış bir unutuluş üzerine kurgulanır. Muktedir olan  “her şey, olması gerektiği gibi oldu”ya getirir sözü ve bu sözün muhataplarca kabul görmesini bekler. Bu süreçte acının ortaklaşmaması için de elinden gelen tüm gayreti gösterir. Acının ortaklaşması, hesaplaşmayı ve dahi hatırlamayı beraberinde getirir çünkü. Katliamın hemen başında özellikle basın eli ile tedavüle sokulan dil, ayırıcı ve ötekileştirici bir dildi. Tez elden öldürülenlerin terörist oldukları, hadi terörist değilse bile kaçaklık yapan ve böylece vergi kaçıran kriminal tipler oldukları ( açıkça yazamasalar da ölümü hak ettikleri ) yazıldıkça yazıldı. Bunlar yazılıp söylendikçe, terbiye edilmiş büyük bir kesim, bırakın acıyı paylaşmayı, öldürülenlere küfür etmekten bile geri durmadılar. Herkes öldüğü ile kaldı. Herkes küfrettiği ile. Herkes yaşadığı ile kaldı.

Hakikatle alıp veremediği olmadığı gün gibi ortada memleket insanı, tarihi ve yaşananları kendi fantezi dünyası içinde yorumlamaya devam etti/ediyor. Nerdeyse pornografik bir tat ile izledi/izliyorlar bütün yaşananları. Tıpkı Dersim ve Zîlan Katliamlarında olduğu gibi.  Kimsenin çıkıp, ortak bir acıdan bahsetme takati kaldığını sanmıyorum. Buna ilişkin her çaba, faşist olmanız için yeter sebep oluyor zira. Hele arzu nesnenizin muhatabı Kürtler ise bu kaçınılmaz oluyor.

Roboskî katliamı üçüncü yılına girerken bırakın fail veya failleri ortada bir şüpheli dahi yok. 34 insanın üzerine kimin bomba yağdırdığı, kimin bombalama emri verdiği necip Türk yargısı tarafından halen tespit edilebilmiş değil. Belki bundan daha fazlası, katliamın koca bir memleketin gündeminden kayıp gitmesi. Anlaşılabilinir tüm nedenleri bile anlaşılmaz kılan bu sessizliği retoriğin sınırlarını zorlasak da anlatamayız gibi gelirken muktedir olanlar, her şeyi, yüzyirmiüçbintürklirası ile kapatmaya çalıştılar ve galiba kabul etmesi zor olsa da istediklerini aldılar.  


*Bu yazı, İzafi Dergisinin 14. Sayısında yayımlanmıştır.