“Burada da kimse bir
şeye kulak asmaz,
hele bir ölüden gelen habere, hiç.“
Franz Kafka, İmparatorun Haberi
“Geçmişle
yüzleşmek” gibi koca bir derdimiz var. Hangi mevzuya kulak kabartsanız önünüze
çıkması kuvvetle muhtemel bir dert bu. Sorunların halli için olmazsa olmaz
sihirli bir anahtar gibi efsuna bulanmış bu temenni cümlesi ile ülkenin tarihi/şimdisi/geleceği
geçiştirilmeye çalışılıyor. Söze,
durmadan sirayet eden bu garabet cümle,
elinizi taşın altına koyar koymaz birdenbire yok oluveriyor
nedense. Zira uzun zamandır nu memlekette
geçmişle yüzleşmek dediğiniz, salt bir teşhir malzemesi olarak görülüp, buna
göre amellere konu ediniliyor. Nihayetinde geçmişle yüzleşmek, bir arzu nesnesi
haline getirildi itina ile.
Geçmiş,
bir arzu nesnesi olmakla kalmadı. Günden güne büyüttü ve yeniledi kendini. Ülkenin
son yüzyılında başlayarak günümüze kadar, kendinden menkul bir “terbiye
terminolojisi” inşasında önemli bir rol oynadı. Sadist bir ilişkinin kollarına bırakılan/atılan
milyonlar, her nesilde dozajı artırılmış şekilde işlenen bu retoriğin
boyunduruğuna vuruldu. Kişioğlundan başlayarak toplumsala kadar yelpazenin
kıyısında köşesinden kim ve ne varsa, bilerek veya bilmeyerek nasiplendi bu
terminolojiden. İktidarlar, tedavüle sokulan terbiye terminolojisinin sadre
şifa olacağına dair pratikler geliştirerek bugüne kadar gelmeyi bildiler.
Hakikat ile doğrudan veya dolaylı alış verişi olmadığı aşikâr bu tutum, gücünü en çok tarih/algılamak/hatırlamak/yüzleşmek
gibi meselelerde kendini açık
etti/ediyor.
Terbiye
terminolojisinin ilk ve önemli vurgusu, ortak acılar retoriğidir. Açık
yüreklilikle dile getirmemiz gerekiyor, gelinen bu zamanda kimsenin bir
diğerinin acısı ile ortaklaştığı falan yok. Herkesin diline pelesenk olmuş bu
ortaklaştırma çabası, “eksik teşebbüs” dahi değildir. Uzun uzun değil, sadece
yüzeysel bir bakışla cumhuriyet tarihine öylece göz atmanız vaziyeti görmeniz
açısından yeter ve artar sebep olacaktır. Zira katliamlardan başlayarak
darbelere, faili meçhullerden asit kuyularına, öldürülen çocuklardan yaşanan
tecavüzlere ve dahi yargı yolu ile yaşanan adaletsizliklere kadar dile ve akla
gelen her olayda bu tavrı görmek mümkün. Birinin darbe dediğine bir başkasının
devrim demesi, sokak ortasında öldürülen ama nedense faili hep meçhul
cinayetlerde yaşanan amam gerekçesi bilinen suskunluklar, onlarca insanın
öldürüldüğü katliamlara mevzilendiğiniz yere göre getirilen tanım denemeleri,
utançtan başka her dile tercüme edildi.
Bu tercüme ve terminoloji çalışmaları en son “Roboskî
Katliamı”nda ortaya çıktı. 28 Aralık 2011 yılında silahlı kuvvetlere ait savaş
uçakları Şırnak Uludere (qıleban) ilçesi Gülyazı (bujeh) ve Ortasu (roboski)
köylülerinin üzerlerine bomba yağdırarak 17’si çocuk 34 insanı öldürdü. 34
insanın katledilmesi derin bir sessizlikle karşılandı ilk önce(!). Sonra, bu
derin ve aslında akıl/alır sessizlik büyüdükçe büyüdü.
Geriye gidip baştan başlayalım o zaman. 2011 yılının 28 Aralık’ında bu ülkenin (
Türkiye Cumhuriyeti ) askerleri tarafından, yine bu ülkenin savaş uçakları eli ile
34 insanı katletti. Ölenlerin çoğu, olay yerinde, kan kaybından ve donarak
öldü. Ambulansların olay yerine gidişleri engellendi. Ölenler ve yaralananlar hastanelere battaniyelere
sarılı ve katır sırtında taşındı. Katliama
ilişkin haberler, merkez medyada 12 saat sonra kendine yer edinebildi. Sesleri
kısıktı, “onlar teröristti aslında” diye haberler servis edildi. Yapılan
serviste her şey “bir olaydan ibaret”
olarak dile getirildi. Öyle denilmesi istendi, öyle denildi. Katliamı
aydınlatması beklenen savcı, olay yeri incelemesini bindiği helikopterden hiç
inmeyerek gerçekleştirdi. Olay yerine
ilişkin tutanaklara “hiçbir şey görmedikleri” kaydedildi. Yetmedi, katliamda yakınlarını kaybedenler
ile katliamı protesto edenler hakkında davalar açıldı. Yüksek makamlardan
tehdit edildiler. “Haddinizi bilin” diyerek, hadlerini aşmada zerre beis
görmediler. Katliamın hemen ardından bağımsız sivil toplum örgütlerinin
hazırladıkları raporları görmek istemediler. Raporlarda sorulan sorulara
sessizlikleri ile cevap verdiler. Ülkenin başbakanı hava muhalefetini mazeret
gösterip, olay yerine gitmeyerek, ailelere başsağlığını çok görürken, katliamı
gerçekleştiren silahlı kuvvetlerin başkanına -olay karşısında gösterdikleri
“hassasiyet” için- teşekkür ettiler. “Merak etmeyin olayı soruşturacağız,
sorumluları yargı karşısına çıkaracağız, bu olay Ankara’nın dehlizlerinde
kaybolmayacak, müsterih olun” dediler. Tez elden soruşturma dosyası hakkında
gizlilik kararı verdiler. Uzunca bir süre soruşturma dosyasını gizliden
yürüttüler. Öenlerin aileleri tarafından
yapılan adalet çağrılarına yüzyirmiüçbintürklirası ile karşılık verdiler. Daha
ne yapsındılar, bu insanlar ne istiyordular, anlamıyordular.
Adalet, tecelli etmekte pek hevesli ve mahirdi değildi. Meclis, kaç zaman sonra, araştırma komisyonu
kurdu kendi içinde. Bir umut, herkes buradan çıkacak sonuç raporunu beklerken, 2013
yılının Mart ayında Uludere Meclis Komisyonu raporunu yayınlandı. Raporda, açık
bir şekilde “yaşanan olayda bir kast yok” dediler. Arkasından savcılık eli ile
dosya hakkında yetkisizlik kararı verildi. Hem de meclis raporunda belirtildiği
gibi “taksirle adam öldürme suçu” ile. Savcılık
kasıt yok diyordu bu kararında. Soruşturma dosyası askeri savcılığa
gönderilirken, tez elden bir nüshası Genel Kurmay Başkanlığı’na gönderiliyordu.
Yapılan itirazlar ise hemen ve kesin bir dille reddediliyordu. Ve aslında verilen yetkisizlik kararı
çaktırmadan(!) takipsizlik kararına dönüşüyor ama bunu kimse bilmiyordu. Kimse
bilmez bir haldeyken, genelkurmay başkanı hakkında soruşturma yapılmasına yer
olmadığına dair karar veriliyordu.
O zaman kaldığımız yerden devam edelim. Terbiye terminolojisi,
unutmak ve unutturmak ile kendini var eder, vurgusunu bunun üzerine bina eder. Bütün
amaç, kaderciliğe bulanmış bir unutuluş üzerine kurgulanır. Muktedir olan “her şey, olması gerektiği gibi oldu”ya
getirir sözü ve bu sözün muhataplarca kabul görmesini bekler. Bu süreçte acının
ortaklaşmaması için de elinden gelen tüm gayreti gösterir. Acının ortaklaşması,
hesaplaşmayı ve dahi hatırlamayı beraberinde getirir çünkü. Katliamın hemen
başında özellikle basın eli ile tedavüle sokulan dil, ayırıcı ve ötekileştirici
bir dildi. Tez elden öldürülenlerin terörist oldukları, hadi terörist değilse
bile kaçaklık yapan ve böylece vergi kaçıran kriminal tipler oldukları ( açıkça
yazamasalar da ölümü hak ettikleri ) yazıldıkça yazıldı. Bunlar yazılıp
söylendikçe, terbiye edilmiş büyük bir kesim, bırakın acıyı paylaşmayı, öldürülenlere
küfür etmekten bile geri durmadılar. Herkes öldüğü ile kaldı. Herkes küfrettiği
ile. Herkes yaşadığı ile kaldı.
Hakikatle
alıp veremediği olmadığı gün gibi ortada memleket insanı, tarihi ve yaşananları
kendi fantezi dünyası içinde yorumlamaya devam etti/ediyor. Nerdeyse
pornografik bir tat ile izledi/izliyorlar bütün yaşananları. Tıpkı Dersim ve
Zîlan Katliamlarında olduğu gibi. Kimsenin
çıkıp, ortak bir acıdan bahsetme takati kaldığını sanmıyorum. Buna ilişkin her
çaba, faşist olmanız için yeter sebep oluyor zira. Hele arzu nesnenizin
muhatabı Kürtler ise bu kaçınılmaz oluyor.
Roboskî
katliamı üçüncü yılına girerken bırakın fail veya failleri ortada bir şüpheli
dahi yok. 34 insanın üzerine kimin bomba yağdırdığı, kimin bombalama emri
verdiği necip Türk yargısı tarafından halen tespit edilebilmiş değil. Belki
bundan daha fazlası, katliamın koca bir memleketin gündeminden kayıp gitmesi.
Anlaşılabilinir tüm nedenleri bile anlaşılmaz kılan bu sessizliği retoriğin
sınırlarını zorlasak da anlatamayız gibi gelirken muktedir olanlar, her şeyi,
yüzyirmiüçbintürklirası ile kapatmaya çalıştılar ve galiba kabul etmesi zor
olsa da istediklerini aldılar.
*Bu
yazı, İzafi Dergisinin 14. Sayısında yayımlanmıştır.