Onlara doğru geldiğini daha uzaktan görmüşlerdi, çünkü dikkat çekiyordu. Oldukça yaşlı bir yüzü vardı ama yürüyüşünden ancak yirmi yaşında olduğu anlaşılıyordu. Yaşlı yüzüyle onların yanına, banka oturdu, sonra onlara elindekini gösterdi.
Bu bizim mutfak saatimizdi, dedi ve güneşin altında bankta oturan herkesi sırayla inceledi. Evet, ancak bunu buldum. Geriye kalan tek şey bu! Elinde tabak gibi beyaz bir mutfak saati tutuyor ve parmaklarını maviye boyanmış rakamların üzerinde gezdiriyordu.
Başkaca bir değeri yok, dedi özür diler gibi, bunu ben de biliyorum ve öyle ahım şahım bir şey de değil. Beyaz cilasıyla yalnızca bir tabağa benziyor ama bence üzerindeki mavi rakamlar da güzel görünüyor, dedi. Ama elbette ibresi tenekeden ve artık ilerlemiyor da, hayır, işin aslı bu bozuk, orası kesin ama yine de her zamanki gibi görünüyor, artık ilerlemiyor olsa da.
Bir parmağının ucuyla tabak şeklindeki saatin kenarı boyunca dikkatle bir daire çizdi ve kısık sesle geriye sadece bu kaldı dedi. Güneşin altında bankta oturanlar ona dönüp bakmadı. Biri ayakkabısına, bir kadınsa çocuğunun arabasına bakıyordu. Sonra başka biri dedi ki:
Her şeyinizi kayıp mı ettiniz?
Evet, evet dedi sevinçle. Düşünün ki her şeyi, sadece bu, sadece bu saat kaldı. Sonra saati tekrar yukarıya kaldırdı, sanki diğerleri daha önce onu görmemiş gibi.
Ama artık çalışmıyor, dedi bir kadın.
Hayır, hayır, çalışmıyor, bu bozuk, bunu biliyorum. Ama yine de her zaman olduğu gibi görünüyor: mavi ve beyaz. Ve bir kez daha onlara saatini gösterdi ve en güzeli, diye devam etti heyecanla. Size henüz bundan hiç bahsetmedim. En güzeli şu ki, saat tam iki buçukta takılıp kaldı, aksi gibi tam da iki buçukta, düşünün bir!
Öyleyse eviniz tam iki buçukta vuruldu dedi bir adam ve alt dudağını büktü. Bunu daha önce de duydum. Bomba patlayınca saatler duruyor, basınç yüzünden. Saatine baktı ve kafasını salladı. Hayır bayım, hayır, yanılıyorsunuz. Bunun bombalarla bir ilgisi yok. Sürekli bombalar hakkında konuşmanıza gerek yok. Hayır, iki buçuk, sizin bilmediğiniz başka bir şeyle ilgili. Esprisi tam saat iki buçukta durmuş olması. Dördüçeyrek geçe ya da yedide değil. Saat iki buçukta ben eve gelirdim, gece iki buçukta yani. Neredeyse her zaman tam iki buçukta! Esprisi burada.
Diğerlerini inceledi, hiç kimsenin ona baktığı yoktu. Başını sallayarak saatine döndü. Onunla konuşur gibi, döndüğümde haliyle çok aç olurdum, değil mi? dedi. Hemen mutfağa giderdim. Hemen hemen her zaman tam iki buçukta. Ve sonra annem gelirdi. Kapıyı ne kadar sessizce açsam da, o her zaman beni duyardı zaten. Ben karanlık mutfakta yiyecek bir şeyler ararken aniden ışık yanardı. Boynuna doladığı kırmızışalıyla ve yün hırkasıyla orada, fayansla döşenmiş mutfakta, öylece dururdu, yalın ayak. Işık mutfağıçok fazla aydınlattığı için gözlerini kısardı. Ben gelmeden çok daha önce uyumuş olurdu, geceydi haliyle. Yine çok geç, derdi ve devamında başka hiçbir şey söylemezdi. Sadece bu kadar, yine çok geç. Benim için akşam yemeğini ısıtır ve yerken izlerdi beni. Sürekli ayaklarını birbirine sürterdi çünkü fayanslar çok soğuk olurdu. Geceleri terlik giymezdi. Ben karnımı doyurana kadar benim yanımda otururdu. Odama girip ışıkları kapattığımda onun hala mutfakta, tabakları kaldırdığını duyardım. Her gece böyleydi, çoğunlukla da iki buçukta. Annemin her gece iki buçukta benim için yemek hazırlamasınıçok olağan bulurdum. Tamamen olağan. Bunu her zaman yapardı ve bana hiçbir zaman yine çok geç dışında tek kelime etmezdi. Bunu ise her seferinde söylerdi ve ben bunun asla bitmeyeceğini düşünürdüm. Bu benim için o denli olağandı, çünkü hep bu şekilde olmuştu.
Bankın üzerine bir anlığına bir sessizlik çöktü. Sonra sessizce, ya şimdi dedi. Diğerlerine baktı ama onlar ona bakmıyordu. Saate dönüp mavi beyaz yuvarlak yüzüne, şimdi, ancak şimdi anlıyorum bunun cennet olduğunu. Gerçek bir cennet. Bankta oturanlar hala sessizdi. Sonra bir kadın sordu: Ya aileniz?
Mahcup gülümsedi. Ah, siz anne babamı soruyorsunuz. Evet onlar da gitti. Her şey gitti, düşünebiliyor musunuz her şey? Her şey gitti.
Yine mahcup bir birine, bir diğerine gülümsüyordu. Ama onlar ona bakmıyorlardı. Tekrar saati havayı kaldırdı ve güldü. Geriye kalan sadece bu ve en güzeli, tam da iki buçukta takılıp kalmış olması. Aksi gibi tam da iki buçukta.
Ve başka hiçbir şey söylemedi, ama yüzü hala yaşlı görünüyordu. Yanında oturan adamsa ayakkabısına bakıyordu ama ayakkabısını gördüğü yoktu. Boyuna şu cennet sözcüğünü düşündü durdu.
İnsanın derdi, müteal insanın derdi, yalnızlık ve aşktır. Tanıdığımız kadarıyla Ali'nin feryadının eksik olmadığını görüyoruz. Sükutu da dertlidir, sözü de dertlidir.
Biz hep zaferi zaferde görüyor ve tanıyoruz. Ancak Ali bize çok büyük bir ders veriyor, o da yenilgideki zaferdir. Bir imamın, bir rehberin, bir önderin bazen başarı ve zaferle bazen yenilgiyi kabullenmekle, bazen konuşmakla ve bazen de sükûtla ders vermesi nasıl olabilir?
Hz. Ali hakkında yazdığım bir makalede şuna işaret etmiştim: Nehcü'l Belağa Kuran'dan sonra bizim en önemli kitabımızdır; ancak onu okumuyor, bilmiyor ve tanımıyoruz. Kuran'ı da aynı şekilde. Kuran'ı sadece övüyor, öpüyor ve teberrük ediyoruz. O kadar yüceltip övüyoruz; ama bunun ne faydası var. İçinde ne dendiğini bilmediğimiz kitabın ne etkisi olabilir? Milletimizin, toplumumuzun ve gelecek neslin kurtarıcısı olabilecek büyük şahsiyetler de böyledir.
O makalede Nehcü'l-Belaga'nın, bilginlerin, yazarların, ediplerin hatta Şii olmayan çağdaş Arap şairlerinin çoğunluğunun da kabul ettiği üzere en güzel Arap metni olduğunu söylemiştim. Sözleri edebî açıdan güzelliğin doruğundadır, fikrî açıdan derinlikli bir boyuta ve ahlaki açıdan da örnek bir niteliğe sahiptir. Her okuyucu, onda yer alan ifadelerin ve tabirlerin, bir benzerinin bulunmadığını kabul etmektedir. Bunlar Ali'nin sözleri ve ifadeleridir. Ama ben, Ali'nin ömrü boyunca söylediği sözlerin en akıcısının, en beliğinin, en güzelinin, en etkili ve öğretici olanının, onun "yirmi beş yıllık sükûtu" olduğuna inanıyorum.
...Ki burada tüm insanlara hitap etmektedir. Ali'yi tanıyan herkese hitap etmektedir. Münzevi bir hayat yaşayan bir insan için değil, bir rahip için değil, toplumsal anlamda faal olan bir insan için bu yirmi beş yıllık sükut, bir cümledir, bir sözdür. Binaenaleyh imam, bazen sözüyle konuşuyor, bazen de sükutuyla, bazen zaferiyle ders veriyor, bazen de yenilgisiyle.
Şimdiye dek onunla ilgili olarak söz konusu edilmemiş olan, Ali'nin yalnızlığı meselesidir. Aslında insan yalnız bir varlıktır. Tüm kıssalarda, insanla ilgili tüm mitolojilerde, tüm beşerî dinlerde, insanın yalnızlığı tarih boyunca muhtelif şekillerde ve çeşitli dillerde ifade edilmiştir: "Bu âlemde insana eziyet veren onun yalnızlığıdır."
Bu yalnızlık niçindir? Erich Fromm: "Yalnızlık, aşktan ve yabancılıktan doğar'' diyor, bu doğrudur. Bir mabuda, bir sevgiliye âşık olan kimse, diğer tüm çehreler ile yabancılaşır ve ondan başka hiçbir şeyi arzulamaz. O olmadığı zaman ister istemez yalnız kalır. Çevresindeki fertlerle, eşyayla ve diğer şeylerle yabancı olan kimse, onlarla bütünlük kuramaz, onlarla anlaşama sağlayamaz, yalnız kalır ve yalnızlık duyar. İnsan, insan olma merhalesine yaklaştığı oranda daha fazla yalnızlık hisseder.
Daha derin olan, daha üstün ve daha seçkin bir ruha sahip bulunan kişilerin, halk yığınlarının günübirlik heveslerinden ve genel zevklerinden sıkıntı duymakta olduklarını görürüz. Veya ruhları yüceldiği ve aşkın düşüncelere kapıldıkları oranda toplumla ve zamanla aralarına mesafelerin girdiğini ve zaman içerisinde yalnız kaldıklarını görürüz.
Dahilerin biyografilerini okuduğumuzda onların en belirgin sıfatlarından birinin kendi dönemlerindeki yalnızlıkları olduğunu görürüz. Kendi dönemlerinde meçhuldürler, gariptirler ve yurtlarında yabancıdırlar. Onları, onların eserlerini, sözlerini, düşünsel düzeylerini ve sanatlarını gelecek kuşaklar daha iyi anlayabilmektedirler.
Tüm felsefelerde ve öğretilerde insan yalnız bir varlıktır ve yalnızlıktan dolayı acı içindedir. İnsan, daha bir insan olduğu ve tekamüle erdiği ölçüde genele hakim olan günübirlik sevgilere, duygulara ve basitliklere iştirak etmekten uzak durur, gittikçe meçhulleşir.
İnsanı kendi toplumunda yalnızlaştıran sebeplerden biri, halkın tümünün tanıdıklarına, onun yabancı olması, halkın içip tat aldığı su kaynağının kenarında onun susuz kalışı, her-, kesin iyice yiyip doyduğu sofra başında onun aç kalışıdır. Ruh, tekamüle ulaştığı ve Kur'an'da Adem'in kıssası diye bahsedilen aşkın insana erdiği ölçüde daha bir yalnız kalır.
Kim yalnız değildir?
Kim yalnız değildir? Herkes ile aynı düzeyde olan, zamanın rengini almış bulunan, herkesin rengini, kendi rengi edinen, herkesle anlaşabilir olan ve her şekil ve boyutuyla varlıklara denk olan kimse. Bu insan yalnız, tek ve meçhul olma hissine kapılmaz. Çünkü herkesle birdir. O topluluk içindedir, toplulukla yer, giyinir, zevk alır ve davranır. Boşluk hissi, bu toplumun, bu zamanın ve bu günübirlik basitliklerin doyuramadığı ruhlarla ilgili bir şeydir. Kaçma hissi, yalnızlık hissi ve bu kaçışın aksülameli olan aşk hissi, onu taptığı ve anlaştığı taraflara doğru çeker. Yöneldiği yer, kendisine layık olan ve kişiliği ile uygunluk arz eden yerdir. Bir ruhta yalnızlık ve aşk hissi, bu ruhun gelişmişliği oranında da güçlü, şiddetli ve daha ıstırap verici olur.
İnsanın derdi, müteal insanın derdi, yalnızlık ve aşktır. Tanıdığımız kadarıyla Ali'nin feryadının eksik olmadığını görüyoruz. Sükutu da dertlidir, sözü de dertlidir. Ali, bir ömür kılıç sallamış, savaşlar yapmış, fedakârlıklarda bulunmuş ve toplumu gücü ve cihadıyla ortaya çıkarmıştır. Bu hareket muzaffer olduğu vakit o, ashabı arasında da yalnızdır. Ve sonra onun, karanlık gecelerde Medine'yi terk edip kuyuların başında feryat ettiğini görüyoruz. Tüm o ashap, tüm silah arkadaşları ve oturup kalktığı Peygamberin tüm ashabı, Ali'yi anlayamamaktaydı. Onların hiç birisiyle aynı düzeyde değildi. Derdini anlatmak, sözünü söylemek istiyor; ama kulak yok, kalp yok, kendisinin dengi yok.
Yesrib'de, yani kendi kılıcıyla ve sözüyle kurulmuş olan bu şehirde tanıdık hiç kimseyi görmüyor ve gece yarısı şehrin etrafındaki hurmalıklara gidiyor, karanlık ve korkunç gece yansında kimse görmesin diye de etrafına bakmıyor. Kendi yüceliğinin ve şahsiyetinin, dar fikirler kalıbında, kötü gözler ışığında ve kötü ve kirli ruhlarda yer almasından büyük sıkıntı duymaktadır. Böyle bir ruh, bu bakışların, bu anlayışların onu görüp, anlayıp, tanımasından korkmaktadır.
Bir yazarın deyimiyle: "Aslan gündüz inlemez." O, tilkilerin gözü önünde, kurtların gözü önünde ve canavarların gözü önünde inlemez. En acı verici dertler karşısında bile sükûtunu, vakarını ve büyüklüğünü kaybetmez. Aslan sadece geceleri inler. O, gece yarısı hurmalıklara doğru gidiyor, orada hiç kimse yoktur, halk istirahate çekilmiştir ve onları gece yarısı uykusuz bırakacak dertleri yoktur. Bu yalnız adam, kendisini bu dünyada yalnız bulan bu insan, bu yere ve bu göğe yabancıdır, onu bu topluma ve bu şehre sadece misyonu ve vazifesi bağlamaktadır. Ancak kendisine geldiğinde yalnız olduğunu görüyor. Hurmalığa gidiyor, birilerinin kendisini bu halde görmesinden korkuyor; aslanı gece yalnız ağlar halde görmelerinden korkuyor.
Bu inleyişin hiçbir kötü anlayan kulağa ve hiçbir kirli göze ulaşmaması için başını kuyuya eğiyor ve ağlıyor. Bu ağlayış nedendir? Yazık ki onun ağlayışı herkes için bir muammadır. Hatta onun Şiileri (taraftarları) bile Ali'nin neden ağladığını bilmiyor. Hilafeti gasp edildiği için mi? Fedek arazileri elinden alındığı için mi? Filan şahıs işbaşına geçtiği için mi? Şundan dolayı mı? Bundan dolayı mı?... Gerçekten ürpertici.
Bu yalnız ruh, kendine yabancı olan dünyada, her zaman içinde yaşadığı ama düzeyine inemediği kabile İslam'ı toplumunda yalnızdır, düzenlerle, çekişmelerle, bencilliklerle ve Peygamber dostlarının İslam'dan yüzeysel bir şekilde aldıkları idrak düzeyi ile uyuşamadığı için toplumda yalnız kalmıştır ve feryat etmektedir.
Felsefelerde dendiği gibi Ali feryat ediyor çünkü bir insandır, çünkü yalnızdır.
Söylediklerime hem dinler inanmaktadır hem de "Sartre'' gibi insanlar. Sartre'ın ne dine ve ne de Allah'a inancı bulunmamaktadır ve insanı ayrı dokunmuş bir varlık olarak kabul etmekte: Tüm varlıklar aynı şekilde yaratılmıştır. Önce onların mahiyetleri ve sonra da varlıkları yaratılmıştır. Ancak sadece insanın önce varlığı sonra da mahiyeti düzenlenmiştir, demektedir. Allah'a inanmamasına rağmen Sartre'ın da şöyle inandığını görmekteyiz: İnsan maddi âlemden tümüyle seçilmiş bir unsurdur, ona yabancıdır ve insan, hayvani aşamalardan ve tabiatın ona dayattığı içgüdüsel ihtiyaçlardan uzak kaldığı ölçüde tabiatta yalnız kalmakta, daha aç ve daha susuz olmaktadır. Ali mutlak bir insandır.
Ali, tarih boyunca hiçbir insanda toplanması mümkün olmayacak muhtelif ve hatta zıt boyutları bünyesinde toplamış tek kahramandır. O hem basit bir işçi gibi elinde hiçbir alet olmadan o sıcak topraklarda elleriyle su kuyuları açan biridir, hem bir hakîm [filozof] gibi düşünen biridir. Hem büyük bir âşık ve büyük bir arif gibi içinde aşk taşıyan biridir, hem bir kahraman gibi kılıç sallayan biridir, hem bir siyasetçi gibi önderlik eden biridir, hem bir ahlak muallimi gibi toplum için bir insani erdem timsalidir, hem bir babadır, hem çok vefalı bir dosttur ve hem de örnek bir eştir.
Böyle bir insan dünyada tektir. Kendi toplumunda bir ömür boyunca inançları uğrunda çalışmış dostları ve silah arkadaşları, Peygamber ile birlikte gönülden kılıç salladılar, Peygamberlerinin inandığı şeylere iman ettiler; ancak imanlarının ve ihlaslarının zirvesindeyken bile kabile İslam'ını unutmadılar, bencilliği unutmadılar, bilerek ya da bilmeyerek makam hırsını zihinlerinden uzak tutamadılar, mutlak ihlas noktasında Ali gibi olamadılar. O, uzun yıllar boyunca birlikte aynı fikir ve yol uğruna çalışıp kılıç salladığı dostları arasında da yalnızdır. Ali, Peygamberin akrabası oluşunun kurbanıdır. Zira kabileci Arap toplumunda kabile ilişkileri İslam'dan daha kuvvetlidir. Toplum hem Peygamberin hem de onun vekilinin Beni Hâşim kabilesinden olmasına tahammül edememekteydi. Bu taktirde Benî Temim, Benî Adiyy ve Benî Zühre için bir şey kalmayacak ve böylece bu "Benî'ler ve "Ebnalar ortadan kalkacaktı. Bir tarihçi ve bir sosyolog benim ne dediğimi anlar. Binaenaleyh Ali'nin kurban edilmesinin ve yalnız kalmasının bir başka sebebi de onun Peygamber ile olan akrabalık bağıdır. Peygamberin akrabası olmasaydı onun başarı için daha çok şansı olurdu. Ali, Medine toplumu ile hiçbir bağı olmayan bir kimseydi; ancak hakikat için çektiği acılar, hak için çektiği kılıçlar onu yalnız bıraktı. Nitekim Ali, Medine'de yalnızdır.
Bundan daha acı verici olansa Ali'nin kendisine âşık olan taraftarları arasında bile yalnız olmasıdır. O, aşklarını, hislerini, kültürlerini ve tarihlerini kendisine yönelten ümmeti arasında da yalnız. Ona büyük bir kahraman, mitolojik bir tanrı gibi bakıyorlar; ama tanımıyorlar, kim olduğunu, derdinin, sözünün ve ıstırabının ne olduğunu ve neden sustuğunu bilmiyorlar. Hâlâ halkın okuyabileceği bir Farsça Nehcü'l Belağa yok. Bu yalnızlık değil de nedir?
Bretch gibi bir tiyatro yazarından Farsça'ya güzel bir şekilde tercüme edilmiş en az beş eser zikredilebilir. Tüm dünya yazarlarından pek çok eser, çok iyi bir tercüme ile yayınlanmıştır. Ancak yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ Ali'nin sözlerinin Farsça tercümeleri mevcut değil ve hâlâ tüm varlığını Ali aşkına feda eden milletimiz onun sözlerini doğru dürüst tanımamaktadır. Ali'nin taraftarları arasında da yalnız olması işte budur. Ali'nin kendisine yönelik yapılan onca övgü arasında meçhul kalması işte burada aranmalıdır.
Ali'nin derdi iki türlüdür: Birincisi onun, İbn Mülcem'in kılıcının zehrinden başında hissettiği dert, diğeri ise onu gece yarıları yalnız, Medine civarındaki hurmalıklara çeken ve inleten derttir. Biz sadece onun İbn Mülcem'in kılıcından dolayı başında hissettiği derde, acıya ağlıyoruz. Ama Ali'nin derdi bu değildir. Böylesine büyük bir ruhu inleten dert, bizim tanışık olmadığımız "yalnızlıktır". Biz, bu derdi tanımalıyız, diğerini değil. Ali kılıcın acısını hissetmemektedir, biz ise Ali'nin derdini hissetmiyoruz...
“Yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklemektir. İnsanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnız görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış içgüdülerinde haklıydılar gerçekten: O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü.”