22 Temmuz 2023 Cumartesi

Geleceğin inşasında sadakat ve bireysel sorumluluk *


Kamusal/toplumsal alanın tasfiye edilmek istendiği, siyasetin önemsizleşip yapıcı dinamiklerinden uzaklaştığı, büyük değişimlerin olabileceğine dair umutların şehirleri terk ettiği günümüzde bir gelecek inşasının zorluğu, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bunların aşılamayacağına dair zehirli bir inanç, aşılması gereken bir ideolojik duvar gibi önümüzde dikiliyor.

Zygmunt Bauman, ‘Siyaset Arayışı’ kitabında, kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanların, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür olmadıklarının altını çizer (1). Böyle bir durumda insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edemezler, ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayıramazlar ve hatta bunlar üzerine düşünmeye bile ihtiyaç duymazlar. İktidarların çok sevdiği bu toplum yapılanması, özel ve kamusal hayat arasındaki köprülerin atılmış ya da hiç inşa edilmemiş olması üzerinden kurulur. Yani, kişisel kaygıları kamusal meselelere tercüme etmenin bir yolunun keşfedilmediği sürece çözümsüz kalacak gibi görünen bir sorundan söz ediyoruz.  

Bireysel özgürlükler ile kamusal hayat arasındaki bu çatışmanın tam ortasında olan biz yurttaşlar farkında olmadan toplumsal alanı tahliye ediyor, bireysel özgürlüklerin bizi kurtaracağı yanılsamasının içinde kendi sığınaklarımızda zamanın geçmesini bekliyoruz. Bireysel olarak bugüne tutunmak ile kolektif alanda etrafımızı çevreleyen kötülükle mücadeleyi nasıl te’lif edeceğiz? Bunun yol ve yöntemlerini aramak ve bulmak zorundayız.

Pierre Bourdieu’nun, geleceğe dair devrimci bir proje tasarlarken bugüne tutunmanın önemine dair ifadesini hatırlayalım: “Tasarı gelecek ise bugüne olan bağlılığın nasıl olacağı en önemli meseledir.”

Herkesin yerini kolayca bir başkasının alabileceği bu belirsizlik ve güvensizlik çağında önemi apaçık olsa da pek az kimse “bugüne tutunmak”la ilgili görünüyor. Tam burada “an’ı yaşamak” ile “bugüne tutunmak” arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamalıyız. “An’ı yaşayan” kişi an’dan sadece alacaklı olduğunu düşünür; onun yarın için taşıdığı potansiyelin içinde mayalanmayı göz ardı eder. Oysa geleceği düşünürken “bugüne tutunan” kişi için ‘an’ bir eylem alanıdır.

İşte sadakat, bu ayrım üzerinde ve kurucu bir gelecek hakkında düşünürken bize yol gösterecek çok önemli bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.

Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadāḳa(t) صداقة  “sadıklık, dostluk” sözcüğünden türetilmiştir. Arapça ṣadaḳa صَدَقَ  “sadık idi, dost idi” fiilinin faˁāla(t) vezninde mastarıdır (2). Türk Dil Kurumu’na göre sadakatin iki anlamı vardır: İçten bağlılık ve sağlam, güçlü dostluk. Kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme anlamını da içerdiği çeşitli sözlüklerde geçmekte. Tanıl Bora sadakati, doğruluk, yürek doğruluğu, erdemli, doğru olmak ve adil olarak nitelerken, kelimenin hak ve erdem anlamlarına da gelebileceğini vurgular (3).

Kelimenin karşılıklarını ve anlamlarını zihnimizin bir yerinde tutarak kurucu bir gelecek inşası için sadakatin neye karşılık gelebileceğini ‘Sadakat Felsefesi’ etrafında incelemek yol açıcı olabilir.

Sadakat Felsefesi’nin kurucularından ve idealist felsefenin önde gelen düşünürlerinden Josiah Royce, hiçbir felsefi konunun kötülük probleminin yanlış ele alınmasından ve yanlış ifade edilmesinden daha cesaret kırıcı olmadığını vurgularken, sadakat odaklı ahlak anlayışını kötülüğün üstesinden gelebilmenin bir yolu olarak önerir; bunu yaparken sorumluluk bilincini öne çıkartarak kötülükle mücadelede kolektif iradenin varlığının önemine dikkat çeker. Royce, kötülüğün insanın kendi özgür iradesinin bir sonucu olduğu şeklindeki görüşe karşı çıkar. Ona göre, bu görüşe itibar edilmesi durumunda herkesin kendi kurtuluşunun peşinde olacağını da kabul etmek gerekecektir. Royce, böyle bir yaklaşımın kolektif irade ve sorumluluğu dışta bırakacağına dikkat çeker (4). Burada kolektif iradenin ve sorumluluğun dışta bırakılmaması vurgusu önemlidir, çünkü kolektif iktidarsızlık tam da buradan neşet etmektedir.

Gelelim Royce’un kötülükle mücadelede sadakat kavramından nasıl yararlandığına…

Royce, öncelikle kesin bir tanımının olmadığını düşündüğü ‘sadakat’ kavramının kısmi ve geçici bir tanımını verir:

 “’Sadakat, bir kişinin bir amaca eylemleri ile içten ve esaslı bir şekilde bağlanmasıdır. Bir insan, ilk olarak onu sadık kılacak bazı amaçlara sahipse, ikinci olarak bu amaca içten ve esaslı bir şekilde bağlıysa ve üçüncü olarak, bağlılığını tutarlı eylemleri ile pratik olarak doğruluyor ve dışarı vuruyorsa sadıktır” (5).

Fikir ve eylem birliğini içeren bu tanım, tasavvuftaki hikmet kavramına yakın duruyor.

Joyce, dayanışma ve sorumluluğun fikir ve eylem birliği içerisinde, sadakatle örülmesini salık verirken, kötülükle mücadele etmenin iyiliği oluşturabilme gücünü ayrıca vurgulamaktadır. Bu yaklaşımda kötülüğün gerçekliğini görmezden gelmek veya yok saymak yerine kötülüğün farkında olmak, onunla mücadele etmek; kötülüğü, iyi olanı gerçekleştirerek bastırmak ön plana çıkmaktadır.

Kötülükle mücadele ve ortak iyiyi çoğaltma çabası, başkaca erdemleri ortaya çıkarması açısından da ayrıca kıymetlidir. Cesaret ve umut gibi büyük erdemlerin en fazla, kötülüğün ve kötülüğe karşı mücadelenin karşı karşıya geldiği zamanlarda ortaya çıkması bundandır. Bugünün zulüm ve kötülüklerine karşı ortaya çıkacak cesaret ve umut bilmeyi, bildiğini hayatla sınamayı, hatırlamayı ve doğal olarak belleği de içinde barındıran yönleriyle kurucu bir gelecek için olmazsa olmaz erdemler olarak öne çıkmaktadır.

Kötülükle mücadelede kolektif bir bilinç ve kolektif bir sorumluluk olmazsa olmazdır. Royce, kötülüğün üstesinden gelmede sadakatin bireysel irade ile sosyal irade arasında uzlaşmaya imkân veren yönüne tam da bundan dolayı dikkat çeker. Bireylerin kötü eylemleri ile insanlığın kötü kaderi arasında kopmaz bir bağ vardır, o nedenle iyi bir gelecek için dayanışmacı bir bakış açısına ve sorumluluk üstlenmeye ihtiyaç vardır. Burada sorumluluk, bireyin kötülüklerden ve olumsuzluklardan dolayı başkalarını suçlamak yerine kendi ödevlerini ciddiye alması, kötüyü iyiye dönüştürebilmek için çaba sarf etmesidir (6).

Royce’un sorumluluk tanımı, bir duygu durumu olarak sadakati eylem sahasına çekmesi anlamında önemli ancak eksiktir.  Andre Compte-Sponville Büyük Erdemler Risalesi kitabında bu eksikliği şöyle tamamlayacaktır: “Sadakat, bellek erdemidir ve erdem olarak belleğin ta kendisidir.” (7)

Belleğin sadakat ile olan bu alışverişi onu önemli erdemlerden biri haline getirmekle kalmaz onu ahlak’ın hemen yanı başına konumlandırır. Sadakat burada artık var olan ve yaşanan kötülüklere karşı durmak için sığınmamız gereken bir kavram biçimine bürünüyor.

Cesaretin insanların kalbinden, zihninden, dilinden ve elinden zorla alınmaya çalışıldığı bir zamandan geçiyoruz. Korkunun evlere, sokaklara, caddelere ve bulvarlara sindiği, insanların kendilerini çaresiz hissetmesi için bütün olanakların seferber edildiği bir zaman bu… Kötülerle ve onlardan neşet eden kötülüklerle mücadele etme cüretimiz ellerimizden alınmış durumda.

Kamusal/toplumsal alanlar tahliye edildi, çünkü insanlar ötekileştirildiğinde ve kendilerini üvey evlat gibi hissettiklerinde susmayı öğrenmeye başladı, öğrenmek kanıksamaya dönüşünce de susmak kemikleşti.

Gelecek, muktedirlerin eliyle ümitsizliğe mahkûm edilmek istendiğinde, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler her gün katlanarak arttığında, yoksulluk insanların kaderi haline geldiğinde, tersanede ya da inşaatta işçi ölümleri bir ekmeğin kaderine yazıldığında, emekçinin, esnafın ve çiftçinin sesi soluğu kesildiğinde, gençlerin ve kadınların sesleri, haykırışları çoğu zaman sessizlik duvarlarıyla örülüp hapsedildiğinde insanların çoğu kör ve sağır olmayı bir erdem olarak hanelere yazmakta hiçbir beis görmedi.

Fakat heyhat, susmanın kemikleştiği yer aynı zamanda kıyametin hissedildiği yerdir ve orada kişisel özgürlüklerin ne garantisi ne de hükmü vardır. O kıyamette kimse kendini açıklamaya, suçlamaya ya da temize çıkarmaya yarayacak bir konfor alanına sahip değildir. Orada sadece kaos vardır ve böyle bir evrede başkalarının kişisel özgürlüklerine duyarlılık göstermeyenlerin kendi özgürlüklerini kurtarmaları ihtimal dahilinde değildir.

İşte biz de şimdi kötülükle mücadelenin ödev ve sorumluluk alanından tahliyesinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını tecrübe ediyoruz. ‘Biz’ çok sesli bir özne ama konuşması gereken alanlarda sessiz. Konuştuğunda da sadece şikâyet dilinden konuşuyor.

Ne yazık ki kötülüğe ve kötülere durmadan küfretmenin rahatlatıcı etkisi altında bugünü kurtardığımız, sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz yanılsamasından kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu çok konforlu alanın terki, aslında kendini zahmetli bir içsel işkenceye yazdırmak demek. Ama kim içsel de olsa işkence görmek ister ki? Acı çekmenin, zahmet görmenin ve hayreti sürekli diri tutmanın ekonomik bir karşılığı yok; bu susmak ve durmak için geçerli bir sebep… ‘Ne kazanacağım günün sonunda?’ sorusu, modern zamanların en çürütücü armağanı değil mi bize?

Bugün hem toplumsal alanda hem bireysel alanda yaşadıklarımıza göz ucuyla da olsa bakalım. Kör ve sağır bir şarkıyı hep bir ağızdan, şehvetle söyleyişimizin hafızamızı ve geçmişimizi nasıl yok ettiğini hissederek, görerek ve en sonunda buna göz yumarak nasıl bir geleceksizlik kurduğumuza dikkat kesilelim. Sadakatini kaybetmek bir masumiyet yitimidir. Masumiyetin yitimi hafızasızlıkla malûldür; bu da bizi bugüne tutunmanın yollarından mahrum bırakır. Değişim tam da bundan dolayı masumiyeti yeniden kazanmak, belleği bir hakikat olarak kabul etmek ve kötülükle mücadelede iyiye sadık kalmaktan geçecektir.

Masumiyetin yitimi ve bu yitimin ‘doğal’ sayılması, insanın kötülüğün iştahına karşı hiçbir savunma aracı üretemediği ölümcül bir kabule karşılık gelir. Bu ölümcül kabulün en büyük zaafı hafızasızlıktır.  Leibniz’in dediği gibi “Şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.” Hafızasızlık dün bugün ve yarın arasındaki dinamik bağları işlevsiz hale getirir. 

Bundan dolayı masumiyetin insandaki karşılığı olan yürek doğruluğunun ve adaletin, daha geniş bir tanımla sadakatin geri kazanılması, insanın takvime, zamana, eyleme dönüşüne, kirli akan kanın tazelenişine karşılık gelir.

Dipnotlar: 

1- Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları.

2- https://www.nisanyansozluk.com/?k=Sadakat&view=annotated

3- Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları.

4- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü – Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. (http://sbe.gantep.edu.tr) 2011 10(1):323 – 350 )

5- Bahtinur Möngö, Josiah Royceun Metafiziği – Erzurum 2014

6- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü  

7- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

8- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

*Bu yazı 21.11.2021 tarihinde ( https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/gelecegin-insasinda-sadakat-ve-bireysel-sorumluluk-75923/ ) yayınlanmıştır. 

7 Temmuz 2023 Cuma

Koşu Bandından Cehenneme: Kiler Üzerine Teyakkuzda Bir Düşünce*

 


 

Edward Said ‘Kış Ruhu’ adlı derlemesinde mecbur olduğunu düşündüğü için her türlü kurumsal rutinden geçtiğini ancak içindeki özel bir yanın bu rutinlere direndiğini söyler. Kendini mevcut durumdan geri çekmesine neden olan şeyin ne olduğunu bilmediğini ama yalnız olduğu ya da hiç kimseyle uyuşamadığı zamanlarda bahsettiği kendine özgü mesafeliliğe şevkle sarıldığını da ekler. (1) Mecburiyet durumuna karşı bir zaruret hali geliştirme ve uzlaşmama meselesi üzerinden kazılan bu siper önemlidir. Verilen kararın bireyselliği menfi anlamlarından arındırılmıştır Said’de. Kararın alınması ama en önemlisi bile isteye bunun bireyin içten gelen itkisinden kaynaklanması gerektiği, bir uyuşmama haline karşı gösterilen  öncelikli tavırlardandır.

Rutine direnme ve zaruret halinin getirdiği meselenin okunduğu kadar çetrefilli  olmadığı, başka bir açıdan bakıldığında; imkan yaratma ve kendini var etme açısından haritanın görünmeyen yüzüne dair bir perspektif  sunduğu açıktır. Verilen kararın içsel bir alışveriş sonucu olması son derece elzemdir. İçsel sürecin netameli boyutlarından geçmemiş, tefekkür ile boyanmamış halde alınan kararların bir yoksunluğa tekabül ettiğini söylemek abartıya kaçmayacaktır. Burada Erich Fromm’un ‘Özgürlükten Kaçış’ adlı kitabında üzerinde durduğu meselenin altını çizmek faydalı olacaktır. Fromm, çoğu kişinin bir dış güç kendilerini açık açık bir şey yapmaya zorlamadıkça, kendi kararlarının kendilerine ait olduğunu ve bir şey istediklerinde, isteyenin kendileri olduğuna inandığını, ama bu inanışın kendimize ilişkin büyük yanılgılardan biri olduğunu dile getirir. Hemen akabinde, aldığımız kararlarımızın çoğunun aslında kendi kararlarımız olmadığını ve dışarıdan bize önerilmiş kararlar olduğunu; başkalarının beklentilerine uygun davrandığımız, soyutlanma korkusuyla, yaşamımıza, özgürlüğümüze ve rahatımıza doğrudan gelebilecek tehditlerin yarattığı korkuyla güdülmüş bulunan bu kararlarda kararı verenin kendimiz olduğu konusunda kendimizi ikna etmeyi başardığımızı ekler. (2)

Thomas Bernhard’ın otobiyografik beşlemesinin ikinci kitabı Kiler bu açıdan hem bütün bir Bernhard külliyatı için giriş hem de zaruret halinin kapımıza bıraktıklarından bir direnme alanı yaratma cesaretine dair anahtar niteliğine sahiptir. Thomas Bernhard, otobiyografik beşlemesinin son cildi olan ‘Çocukanlatısına Voltaire‟den bir alıntıyla başlar: Hiç kimse bulamadı ve hiç bulamayacak.” Voltairein epey soyut kalacak bu alıntısıyla anlatıya başlaması ilk başta dikkat çekmese de Bernhard’ın özellikle otobiyografisini oluşturan diğer kitapları ile birlikte okunduğunda bu alıntının soyut olan hükmü ortadan kalkacaktır.  Zira ‘Çocukla sona eren bütün bir biyografinin terse doğru işleyen yapısı, bütün bir anlatının da ana omurgasını oluşturuyor. 

TERSİNE KAÇIŞ 

Yaşamın bizatihi kendisinin yitirmeye ve eksilmeye teşne olduğu gerçeğinin ayırdına varmış bir ilk çocukluk ile gençlik döneminin  başlarına uzanan bu yolculuğu tersinden anlatmayı seçmiştir Bernhard. Bu seçim bilinçlidir. Yaşadığı, yaşamak zorunda bırakıldığı, tercihlere zorlandığı ve kaçtığı her şeyi kabullenme, fark etme, direnme ve olan biteni tersine çevirme çabası  ile birlikte anlatır Bernhard. Bu çabayı aynı anlatı içerisinde hiç kimsenin bulamadığı ve bulamayacağı’nın ardına düşmesini bir özgürlüğe kaçış olarak okumak gerekir belki de. Ancak tek bir farkla: Tersine bir kaçışla.

Kiler’in alt başlığının “Bir Kaçış” olması bu anlamda manidardır. Bernhard, bu anlatısında önünde uzanan, verili ve dayatılan yolu/yolları reddedişinin hikayesini anlatıyor. Kendisinden çok şey beklenen, geleceği parlak lise öğrencisinden, Kiler’de çalışmaya başlayan kendi gençliğinin hikayesidir bu. Önünde iki yol vardır: Ya tüm arzularına ve hayallerine aykırı bu küçük burjuva eğitim sistemine katlanmaya çalışıp en sonunda intihar edecek ya da tüm beklentileri boşa çıkararak tam ters yöne giderek kendi yolunu bulmaya/yaşamaya çalışacaktır. Bir sabah okula giderken aniden gerisin geriye döner ve seçimini yaparak yoksul mahallesindeki bir bakkalda çıraklık yapmaya başlar. Anlatının hemen başında Erich Fromm’un temas ettiği noktadan hareketle insan için alınacak kararın hayatiliğine vurgu yaparken anlatısının ana çatısını da kurar:

 “Yıllarca her sabah, bana dayatılan bu hayatta bir kırılma yaratmam gerektiğini düşünmüştüm, ama hiçbir zaman bir şey yapabilecek kudreti kendimde bulamamıştım. Uzun yıllar süresince, her defasında kesintisiz bir gerginlikle, hem de isteğim dışında bu yolu yürümeye zorlanmıştım, fakat sonunda bunu ansızın değiştirebilecek gücü kendimde buldum ve geriye dönmeyi başardım. Lakin böyle bir geri dönüş, ancak duygu ve düşüncelerin doruk noktasındayken olur, bu öyle bir andır ki, kişi ya bu geri dönüşü gerçekleştirecektir ya da artık kendini öldürmekten başka çare görmeyecektir; her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı seçmeliyiz. Ben kendimde her şeye karşı koyma gücünü bulabildim.” (3)

İki seçeneğin varlığını olabildiğince sert bir ayrımla ifade eder Bernhard. Geri dönüş ya da kendini öldürmek. Müdanasız ve kemiksiz. Seçim, durum, kopuş için olgunlaşmış olduğunda, artık insanın elindedir. Bu olgunlaşmayı fark eden ve kendinde her şeye karşı koyma gücünü bulan Bernhard, kulakları sağır eden ve aklın ayarı ile oynayan sistemin ayırdına vardığını söyleyerek “Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım. Hayat devam etti” şeklinde bir cümle kurarak içinde bulunduğu arafta kendine yeniden nasıl ruh üflediğinin altını çiziyor.


KENDİ OLMANIN ALDIRMAZLIĞI

Tam burada Kiler’in en vurucu sahnesine geri dönmek gerekiyor belki. Bernhard, ardı ardına tekrar edilen ‘Ters yöne gitmeliyim' cümlesini de yanına alarak iş ve işçi bulma kuruma başvurduğunu, başvuru sırasında ters yöne gitmek istediğini vurgulayacağını söyler. Kurumda çalışan memur kadının baştan beri iyi niyetli olduğunu, kendisinin ise sabit fikirli olduğunu ve kadının yarım saat boyunca akla gelebilecek en iyi imkanları saydığını ve hepsini reddettiğini anlatır. Kadının yarım saatin sonunda Scherzhauser mahallesini sakınarak dile getirdiğini, Bernhard’ın bu adrese istekli olmasına karşılık ürktüğünü, mahallenin ismini dahi duydukça iğrendiğini, ters yön olarak tanımlanan her şeyi aşağılık bulduğunu ve Bernhard’ın kararlılığı ve ciddiyetinin sonunda kadında kendisine karşı aşağılama ve küçümsemeden başka bir şey bırakmadığını anlatır. Cioran, “Aşağılanmayı arzulamadığımız sürece herkes gibiyizdir” diyor. Bernhard da bu paralelde, nerede herkes gibi nerede kendisi olmak istediğinin ayrımını yapmayı kendi idaresi altına alınca, bu aşağılanmayı göğüslemenin, kendi olmanın aldırmazlığıyla mümkün olacağına işaret ediyor diyebiliriz.

Şehrin kusurunu kendine mal ederek yol açar kendine Bernhard. Herkes’in yüz çevirdiğine talip olur. Herkes’leşmeye, yüz çevrilene koşarak karşı durmaya çalışır. Bir anlamda kendimiz tarafından dahi durmadan maruz kalınacak aşağılanmanın önünü keser. Edward Said’in söylemlerine paralel olacak şekilde Kurt Hofmann ile yaptığı söyleşilerin bir yerinde şunu söyler Bernhard: “İnsan herkesin istediğini yapsaydı, her yere gitseydi felaket olurdu. Böylece insan kendi içinde bir şeyler kurmalı, dışardan bir şey gelmiyor ki..” Söyleşinin devamı da önemlidir. Burada her insanın kendi yolu olduğuna ve bu yolun doğru olduğuna inandığını ifade ederken abartıya kaçmadan “Beş milyar insanın karşılığında beş milyar yol”un olduğunu belirtir. (4) Peki, buradaki şansızlık ya da yapılmayan nedir sorusuna verdiği cevap da son derece anlamlıdır: “İnsanların kendi yollarından gitmek istemeyip hep başka yol aramaları.” Kendi olduğundan başka bir şey olma hevesinin bedelini, kendinden olmayan başka şeyler istemenin cehennemi olarak tasvir eder.

Hakikat her halükarda bir mecazdır. Mecaz olması bahanesiyle bütün yollar aslında bir şekilde ona çıkar ve onda hayat bulur. William Randall, “Bir hikayeyi ileriye doğru okur, geriye doğru anlarız” der, Bizi Biz Yapan Hikayeler’de. Hakikate düz ve ileriye doğru giden bir çizgide ve sadece olumlu ya da müspet duygu, düşünce ve eylemlerle erişilebileceği inancı da bir yanılsamadan ibarettir. İnsan, ileriye doğru okuyup geriye doğru anlayabilir, ileriye doğru yaşayıp geriye doğru tekamül edebilir, durduğu yer neresiyse onun tersine de özen ve dikkatini kuşanarak, ardışıklığın yanılgısını kırabilir. Zıtlıkların tamamlayıcı, öğretici ve belirginleştirici taraflarından hareketle, hakikate bütün kabullerin aksine tersine doğru koşarak ve cehennemi bizatihi yaşamak isteyerek de varılabilir mi sorusuna cevap vermek bu aşamada elzem ve hatta hayatidir.

Çabanın en büyük karşılığının kendini aldatmakla kaim olduğunu söyleyen belirlemeler son derece çarpıcıdır. Yazar, haksız da değildir. Zira insanın bütün bir ömrü kendine çelme takmakla, kendini gözü açık bir şekilde aklamakla ve gerçeği eğip bükmekle de anlatılabileceği alternatif bir tarih hep olagelmiştir. Kendini ikna etmeye çalışmak, nereden ve nasıl baktığından başlayarak bu meseleye dair sorulan soruların hakkaniyetine değin uzanan menfi ve müspet anlamların her veçhesinde kendini gösteren bir çaba değil midir zaten?

KİRLENEREK TEMİZLENMEK

Kentin kalbindeki kusura iltica etmek, kirli bir ayıp olduklarını fark eden insanların arasında kendine yol çizmek aslında modern dünyanın atfı ile bir cehennemdir. Kirlenerek temizlenmek, Mevlana’nın ‘iyileşmek için önce hasta olmak gerek’ sözünü hatırlatırcasına anlatıda kendine yer buluyor. Hastalıktan iyileşmeye, tahribattan inşaya, baskıdan özgürlüğe, başkasının kaosundan kendi kaosundaki işleyişe dünyanın cehennemlerine yolculuk yapılan geçitlerden erişme, kusurda zuhur eden yenilenme arayışının çağrısına icabet neden olmasın?

Kaçış, farkında olmakla ve teyakkuz halinde olmakla kaimdir.

''Ne zaman bir yerlere sığınmak istesek, kendimizi acizlik içinde buluyoruz. Kaçanın seçtiği yol, onun haletiruhiyesine uygun düşüyor. Onu hep kaçarken görüyoruz ve neden kaçtığını bilmiyoruz, oysa her şeyden kaçıyormuş gibi görünüyor. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor.’' (5)

Başka yollar arama çabası beraberinde bağımlı olmayı da getiriyor. Kendi yolunun dışına çıktığında, yabancısı olduğun yolun sana yabancı gelen azığına muhtaç olmaya başlanması.. Bağımlı olma kendinden feragatle yer yüzünde hiçbir zaman yalnız kalamayacağın bir delilik haline tekabül ediyor. Kendi yolunun içinden geçtiği, bağlandığı ana yollara çıkmak belki de insanın kendisi ile herkes arasındaki tek uzlaşma eylemi olabilir.

“Soğuk” adlı eserinde, bu kaçışa dair beşlemesinde yer verdiği sarmal anlatıları için epigraf niteliğinde bir cümle kuruyor Bernhard: “Hayatımı kendi ellerimin arasına almalıydım. Kendimden beklediğim şey daimi bir teyakkuz haliydi.” Teyakkuzun kelime olarak uykudan uyanma, gözünü açma, gafletten kurtulma, uyanıklık, tetikte olma, dikkatle bekleme gibi anlamları var. Bernhard’da bunun karşılığı; rutinlere, insanı kuşatan dış güçlere ve içteki, değişime karşı cılızlık fısıldayan tuzak tekinlere, hakikatin rotasına koyulan barikatlara, aşağılanmama arzusuna, herkesleşmeye karşı kendinde bir dikkat kararlılığı beklentisini yaşatmak. Bu teyakkuz halinin hangi ilkelerle uyuşup uyuşmadığını düşünmeden bu hali her şeyin üzerinde tutarak, kendi yaşamına kendiliğinin mührünü vuran ve mantık ilkelerine aykırı davranan genç bir adamın söyleyecek ilk sözü elbette bu olmalıydı: ’Öteki insanları ters yöne giderek buldum’

O halde neden koşu bandından cehenneme diye sorulursa, nafile koşu ile gerçek koşu arasındaki eylem ve bilinç farkını, Lewis Carroll’un Alice’i ve Kraliçe arasındaki diyalog ile yol almak ve yerinde saymak üzerinden düşünebiliriz.

Alice etrafına şaşkınlıkla baktı. “Bütün bu süre boyunca aynı ağacın altında olduğumuza nasıl inanayım. Her şey aynı!” “Tabii ki öyle" dedi Kraliçe. “ Ne bekliyordun ki?”

Alice, hâlâ nefes nefese, “çünkü bizim ülkemizde, bizim yaptığımız gibi uzun süre koşarsan genellikle başka bir yere ulaşırsın” dedi. “Yavaş bir ülke!” dedi Kraliçe. “Gördüğün gibi, burada ancak bütün gücünle koşarsan olduğun yerde kalırsan.”

Her şeyin gelişigüzel ve sürekli devinim halinde olduğu yönlendirmesiz ve hedefsiz suni bir çekim gücünden müteşekkil bir dünyada, bozguna uğrayacağını bile isteye, koşu bandından inerek ciğerlerini kaybetme pahasına karşıt yöne yapılan bu koşu kaidenin hüküm sürdüğü yerde istisnaya gelecek inşa etmektir. Anlatının sonuna doğru “Hiç şüphe yok ki er ya da geç, tam orta yerde mahvolacağız” der Bernhard. Mahvolmayı kendi iradesine teslim ederek öncelikle kendisinin başına bir bela olduğunu saklamaz ve sağlıksız gördüğü tüm tahriklerin teyakkuz halini yok etmeye çalıştığını vurgular adeta.

“İnsanlar kendilerini kurtarmak için, çoğu zaman en bariz gerçeklere bile inanmıyorlar. Huzurlarını bozmamak için sorun çıkaranlardan kaçıyorlar. Ömrüm boyunca ben de böyle bir baş belası oldum ve akrabalarımın da dediği gibi her zaman bir baş belası olarak kalacağım. Hatırladığım kadarıyla annem bana baş belası derdi, buna vasim ve kardeşlerim de katılırlardı. Ben yazdığım her cümleyle, aldığım her nefesle hâlâ bir baş belasıyım.” (6)

Dipnotlar:

  1. Edwar Said, Kış Ruhu, Sf:20, Metis Yayınları
  2. Eric Fromm, Özgürlükten Kaçış
  3. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları
  4. Thomas Bernhard ile Konuşmalar, Kurt Hoffman, Sf:53, Yapı Kredi Yayınları
  5. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları
  6. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları


* Bu yazı 02.04.2020 tarihinde gazete duvar sitesinde yayımlanmıştır. ( https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/04/02/kosu-bandindan-cehenneme-kiler-uzerine- teyakkuzda-bir-dusunce )