30 Haziran 2014 Pazartesi

Herkesin Gündemi Kendine

Oysa yara bantları yaralar iyileşsin diye değil,
gizlensin diye yapılıyormuş.
-Ezgin Kılınç

Herkes kendisine bir ziyan biçmiş, elbiseyi giydirecek ruh arıyor. Memleket toprağından neden sadre şifa seslerin yükselmediği sorusu bir mevzu değildir artık hayatlarımızda. Çıkan ya da çıkabilen sesler ise gürültülerin koynunda can çekişiyor. Her dert, kendi sahibinin mülkünü ateşe veriyor. Herkes, kendi mülkünün telaşında… Herkesin mülkü kendinden menkul…

Aniden ve kabarık bir iştahla bir ikaz düşer lafın arasına: Lütfen kalabalık yapmayınız. Boşlukları dolduracak şekilde arkaya doğru geçelim.  

***

Hangi ağaçtan meyve düşüyorsa onun altında nefes almak, kuru bir ağacı yeniden yeşertmekten evladır diye düşünüyor adam. Yol’u, yol’da kalmıştan daha fazla önemsiyor zira. Çünkü her şey sistematik bir şekilde buna önceliyor zihnine. Bütün bir yolcuğu kendine yük ettiğinin farkında ama bu durumu kamufle etmede pek mahir. Kendine dahi çaktırmıyor mevzuyu. Çıkınına yerleştirdikleri ziyadesi ile mutlu mesut olmasına yetiyor. 

Fazla zahmet bir iş olarak görüyor yaşamayı…   Çünkü toprağı kazımak, onu sulamak, aşı yapmak ağacın köklerine, bir merhamet beslemek kendine, zor... Modern, postmodern, yapısalcı, işlevselci paradigmalara girmeyiniz diyor. Boğmayınız kendinizi, bakmayınız sağa sola. Felsefi ve sosyolojik varyasyonlar iş yaramaz, diyor. Yaşıyoruz işte değil mi?

Can alıcı soruyu sona saklamasını biliyor. Susturuyor hem karşıdakini hem kendini. Bir karşılaşma imkânını daha maziye emanet ediyor. Bir soruyu bütün cevaplara kurban ediyor, tek atımlık bir kurşunla…

Verilen sözler akla düştükçe anlamsız bir iç ses dile gelir. Adam susar çünkü susması icap etmiştir. İç seslerin hayata düştüğü şerhlerde, göğüs kafesine yerleşen bir ağırlık vardır her zaman için. Tarih bile bu kadar temadi etmemiştir kendi içinde. 

***

Yaşadığımız kadar sokulmaya çalışıyoruz hayata. Sesimiz çıkmıyor ama sokulduğumuz kadar da bulanıyoruz bir ağacın köksüzlüğüne. Kendi yarattığımız dünyada biricik sayıyoruz kendimizi. Başka hayatların varlığı konusunda taş çatlatan bir şüphecilik içinde buluyoruz kendimizi. Bir başkasının yarasına dokunmaktansa yaşamayı seçiyoruz. Bütün seçimler, kör bir yazgının ağzı dili oluveriyor.

Tam bu sırada el yordamı ile bir yalnızlık bulup çıkarılır saklandığı yerden. İştahlı ikaz, peşi sıra: Bi ilerlemediniz arkaya doğru, boşlukları dolduralım boşlukları…

İç ses: Keşke boşlukları istenilen manada boş bırakabilsek*

***

Ellerin boşluğu yaranın kendisinde gizli. Ölen her zaman bir beden olmayabilir, metodik bir kırılmaya maruz kalırken ruh. Herkesin gözü komşusunun ölüsünde...

Anladık evet, bir başkasının yarasında gözümüz yok, herkesin gündemi kendine.




*Cem Mumcu, Makber

19 Haziran 2014 Perşembe

Bir Kıyametin Anatomisi



bir kıyametim var, sahibinden satılık
az kullanılmış yeterince steril
doktordan değil ama efkarlanınca yakılan bir iki sigara
bir kıyametim,
bisikletimin patlayan arka lastiği

bir kıyametim var sahibinden satılık
fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde
gevrekliği kendinden menkul, sıcaklığı dedikodudan
kurtuluş garantili, saf kuş tüyünden

bir kıyametim var
verilecek bir hesabım kendime, ekstresi dişlerimi çürüten
acil elden çıkarmam gereken gündüzler ve düşler
daha çok bağış yapmalıyım daha çok sevmeliyim şimdi sizi, yoksa kendimden geçebilirim
sözlüklere girmeyecekse bir tanımım da olabilir
zencilere ve bütün bir asyaya yetecek
korkmayın, dünyayı ben anca otuz yaşımda tanıdım

göle çalınmaz lakin zihne çalınan
akrepte maya’lanmış yelkovanım
bir kıyametim var, benden uzak benden yakın
ayaklarım olsaydı ve kırküç numara ayakkabılarım
iri cüssemin vazettiklerine kapasaydım kulaklarımı takatime ses verebilseydim
vizesi dolmasaydı vatandaşlığımın – ha bir de kredi kartım, harcadıkça bonus kazandıran
şirince bir köy, açsaydı kollarını şefkatle
kurtulurdum belki de göğe yapışkan sözlerden
kurtulurdum bu öksüzlüğümden
anne bile diyebilirdim kırmızı bir pasaporta
tamam kabul, çok safım
tamam kabul, bunu yalnız ben biliyorum

bir kıyametim var satılık
sosyolojik ve psikolojik ve antropolojik tespitlerden arındırılmış
kendine bir hayalin en ön sırasından yer kapmış
büyümemiş, terbiye edilmeye müsait
söz dinleyen istenilen dilde konuşan ana dili olmayan bir kıyamet
ellerinizden dahi öpebilir o kadar uysal ve sevimli


antikor hükmünde kalbe pompalanan bir kıyametim
hem de acil satılık
sizi şair bile yapabilir
aldanırsanız

15 Haziran 2014 Pazar

İmparatorun Haberi - Franz Kafka



Rivayet edilir ki, İmparator sana, tek kişiye, sefil kula, İmparatorun güneşi önünden kaçıp en uzak uzaklığa sığınmış ufacık gölgeye, tek sana bir haber göndermiş ölüm döşeğinden.

Ulağa yatağın yanında diz çökmesini buyurmuş, haberi kulağına fısıldamıştı; haber onun için o kadar önem taşıyormuş ki, ulağın onu kendisine, kulağına bir de yinelemesini buyurmuştu. Söylenenin uygunluğunu kafasını oynatarak doğrulamıştı.

Ve ölümünün bütün seyircileri önünde -bütün engel duvarlar yıktırılmış, geniş ve yüksek, dolanan merdivenin basamaklarına imparatorluğun büyükleri dizilmişlerdi sıra sıra- bütün bunların önünde yola çıkarmıştı ulağı.

Ulak hemen yola koyulmuştu, güçlü, yorulmaz bir adam; kâh bir dirseğini, kâh ötekini öne savurarak kalabalığın içinden kendine yol açıyor, direnmeyle karşılaşınca da göğsündeki güneş simgesini gösteriyordu parmağıyla; epey de kolaylıkla ilerliyordu, başka kimsenin ilerleyemeyeceği kadar.

Ama kalabalık o kadar büyük ki, konutları bitmek bilmiyor. Şöyle genişçe bir açıklık çıksaydı karşısına, nasıl da uçar gelirdi; kısa zamanda işitirdin yumruklarının ulu vuruşlarını kapında.

Ama olmuyor; nasıl da boşuna yoruyor kendini, sarayın salonlarında ileriye atılıyor hep, ama hiç aşamayacak bu salonları; aşsa bile, bir şey başarılmış olmayacak; merdivenlerden aşağıya yol açması gerekecek; açsa bile, bir şey başarılmış olmayacak; avluları bir uçtan öbürüne geçmesi gerekecek; avlulardan sonra da ikinci avluyu çepeçevre kuşatan sarayı; sonra yeniden merdivenler ile avlular; sonra yeniden bir saray; hep böyle, bin yıllar boyu böyle; ve sonunda, en azından nizamiyeden sendeleyip dışarı çıkabilse -ama hiç, hiçbir zaman olmayacak bu- ilk kez başkentin karşısına gelecek, dünyanın ortasına, dünyanın telvelerinin tepeleme yığıldığı yere.
Burada da kimse bir şeye kulak asmaz, hele bir ölüden gelen habere, hiç.


Ama sen, pencerede oturur, düşünü kurarsın bu haberin, akşam çökünce.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Yasanın Önünde (1915), FranzKafka

Yasa’nın önünde bir kapıcı durmaktadır. Taşralı bir adam bu kapıcıya gelerek Yasa’ya kabul edilme ricasında bulunur. Fakat kapıcı şu anda buna izin vermeyeceğini söyler. Adam bunu bir an düşünür daha sonra kabul edilip edilmeyeceğini sorar. “Mümkün” der kapıcı, “fakat şimdi değil”. Kapı, her zamanki gibi açık durduğundan ve kapıcı da kapının bir yanında dikildiğinde, adam da biraz öne eğilerek kapının girişinde pek de aydınlık olmayan içerisini şöyle bir görmeye çalışır. Bunu izleyen kapıcı güler ve şöyle der; “Eğer içeriye girmeyi bu kadar istiyorsan, benim reddime rağmen girmeyi bir dene istersen. Ama şunu bil; ben güçlüyüm ve ben kapıcıların en sonuncusuyum. Her salonun girişinde başka bir kapıcı ile karşılaşacaksın, her birisi bir öncekinden daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı öyle güçlü ki ben bile ona bakmaya dayanamıyorum.” 

Bunlar taşralı adamın beklediği zorluklardı. “Yasa elbette herkesin her zaman erişebileceği bir şey olmalıdır.” 
diye düşünüyordu. Ama şimdi, kürk mantosu içindeki, kocaman sivri burunlu, uzun, ince tatar sakallı kapıcıya baktıkça girme iznini alana kadar beklemenin daha iyi olacağına karar verdi. Kapıcı ona bir tabure verdi ve kapının bir yanına oturttu. Adam orada günlerce, yıllarca  oturdu. Kabul edilmek için bir çok girişimde bulundu ve ısrarcılığıyla kapıcıyı yordu. Kapıcı ara sıra onunla konuşuyor, ona evi ve başka şeyler hakkında 
sorular soruyordu. Ancak bu sorular büyük efendilerin sordukları sorular kadar kayıtsızca sorulmuş sorulardı. Ve konuşmalar hep henüz içeriye girmeyeceği cümlesi ile bitiyordu. Bu yolculuk için yanında pek çok şey getirmiş olan adam, sonunda kapıcıya rüşvet vere vere her şeyini tüketti. Memur her şeyi kabul etti ama hep şunu vurguladı: “Bunu kabul etmemin tek nedeni, acaba yapmadığım bir şey kaldı mı diye düşünmekten 
kurtarmaktır seni.” 

Bu yıllar boyunca adam dikkatini neredeyse sürekli bir biçimde  kapıcı üstünde yoğunlaştırdı. Diğer kapıcıları unuttu, ve bu ilki ona yasaya erişim yolundaki engel gibi görmeye başladı. Kötü talihine lanet etti; ilk yıllarda yüksek sesle ağzına geleni söylüyordu, daha sonra yaşlandıkça yalnızca kendi kendine homurdanır oldu. Gitgide çocuklaştı; kapıcıyı uzun yıllardır temaşa ettiğinden ve kürk yakasının üstündeki pireleri dahi artık çok iyi tanıdığından, kapıcının fikrini değiştirmek için kendisine yardım etsinler diye pirelere bile yalvarmaya başladı. Gözleri zayıfladı, artık uzağı pek görmemeye başladı. Dünyanın gerçekten karanlık mı olduğu yoksa gözlerinin mi kendisini aldattığını bilmez oldu. Ama içinde bulunduğu karanlıkta, yasanın kapısından söndürülemez bir ışığın sızmakta olduğunun farkına varmıştı. Pek fazla zamanı kalmamıştı artık. Tam ölmeden önce bu uzun yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler kafasında tek bir noktada, şu ana kadar kapıcıya sormamış olduğu bir soruda birleşti. Elini sallayarak kapıcıya gelmesini işaret etti, çünkü artık kaskatı kesilmiş olan 
vücudunu kaldıramamaktaydı. Kapıcı ona doğru eğilmek zorunda kaldı, çünkü  aralarındaki boy farkı taşralı adamın aleyhine oldukça değişmişti. “Şimdi ne istiyorsun?” diye sordu kapıcı, “ne kadar tatmin olmaz adamsın.” “Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor.” dedi adam, “peki nasıl oluyor da bunca yıldır buraya benden başka, Yasa’ya kabul edilmek talebiyle gelen olmadı?” Kapıcı adamın hayatının sonuna geldiğini anlamıştı , 
adamın iyice zayıflamış olan kulaklarını işitebilmesi için iyice yaklaşarak haykırdı: “Senden başka kimse kabul edilemezdi bu kapıdan, çünkü bu kapı yalnızca senin için yapılmıştı. Artık şimdi kapatacağım onu.” 

10 Haziran 2014 Salı

Geçiştirilen Hayatlar Üzerine

Yavaşlık ile anımsama,
hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır.
Milan Kundera, Yavaşlık

“Hareketsiz durduğumuz an kokuşmaya başlarız”
sözü en büyük yanılsamalardan biridir
Erich Drımm, Umut devrimi


Bir mesele var ortada. Gün gibi. Orta yerde duruyor. Edecek kelam çok ama yaşanan onca zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve dahi cümle ziyan hali bir “hatra” karşılık gelmiyor. Ama bir “haltı” ziyadesi ile karşılıyor. Hatırın karşısına halt yemeyi koyunca evet, denklem yerli yerine oturuyor.

Bir mesele var orta yerde. Ölüm var. Kan var. Tencere ile terbiye edilmiş hayatlar var. Bomba var. Ölüm var. Utanma ile bağdaş kurmuş baba var. Anne var. Yoksulluk var. Ölüm var…! Var, orta yerde duruyor. Ecza kudretinde değil ama. Kahretsin diye ciğerlerimizi, orta yerde bir “var” var. Saydıkça eksilen, eksildikçe rahatlatan, rahatlattıkça unutulan bir “var” var.

Saydıkça ezber tazelendiği düşünülenler,  tüketilenlere karşılık geliyor aslında... Önce ölümleri, sonra bitire bitire kendi benliğini… Tüketmekten hâsıl olan bir baş dönmesi bu… En çok tüketmek deyince kanın akması gibi... Kan, en çok ölümleri unuttukça kendini biliyor. Mesela şimdi Soma dense,  kaç gün oldu, diye saymaya kalkışsa biri, kendimizden utanırız, değil mi? Ya da ölümleri bölgelere ayırsak ve roboskî desek, bir bölücü daha kazanmış olur muyuz halt yememizde? Unutmadığımız için mesela,  bir kara parçasında hain ilan edilir miyiz?

Ortada bir mesele… Var tadında…


Sözü eğip bükmeden kabul edelim, hayata hangi inançtan, ideolojiden ya da felsefeden bakarsak bakalım söylenen sözler aynı’laştı. Farkımız kalmadı birbirimizden. Aynı unutulmuşluğun çocukları oluverdik.  Çünkü hakikat peşinde koşarken, hakikati parçalayacak bilgi ve görgülerle donandık. Sloganlardan başlayarak ta kederimize kadar “bir” olduk. Farklılığımızın bir nimet olduğunu unuttuk ve doğal olmaktan çıktık. Tam da burada unutmak, bir fiil olmaktan çıkıp hayatın kendisi olunca, her şey, geçiştirilecek kıvama geldi.

Hatırlamak, hatır, hafıza, anı kelimeleri Arapça “anlamak” kökünden türer.  Buradan bakınca hatırlamak, bir anlamda “farkında olmak” demektir. “Var olmak” ve “yeniden dirilmek” de ayrıca. Bunun karşılığında unutmak, yok saymak ve umursamamaktır. Hatırlamak ve unutmak arasında yapılan tercih, hayat karşısında nerede mevzilendiğinizi açık eder. Yani aslında bu tercih, en ideolojik tercihtir. Bütün bir hayatı yapacağınız bu seçim belirler. Öyleyse unuttukça geçiştirmek, geçiştirdikçe tüketmek kader değil bir tercihtir ancak.

Memlekette yaşanan bütün ölümler, geçiştirilen hayatlar üzerinden unutturuluyor. Çağın vurgusu duraksamamak ve hız üzerine olunca, unutmanın alışkanlık haline geldiği bu uysal kucakta geçiştirmeye devam ediyoruz bütün ölümleri.  Bunca ölümün ve vebalin orta yerde sahipsiz kalmasının başka bir şekilde açıklamak zor kanaatimce…  

Mesele, orta yerde öylece var. Durmak yok ama. Aynı hızla unutmaya devam. Yaşanılacak bir yaşam var. Yaşanılacak bir ölüm yok. Tüm boşluklar etkin ve yetkin bir şekilde doldurulacak. Ama ölümle değil. Ölüm, yavaşlatır insanı. Yavaşlık, hatırlamayı akla düşürür. Unutmak var unutmak. Unuttukça, çip zamanlarınız.

Herkes, duyduğu kadar duymazlıktan geliyor.  Yıkandıkça geçmeyen günahlarımızın karşılığı bu…  Mesele orta yerde öylece dururken utanmaya hacet, kendimize hayret etmeye fırsatımız da olmuyor.  

Yani ki “hatırlamak” bahsinde bahisler çoktan kapandı!





3 Haziran 2014 Salı

yokuş yol'a ikinci sayı çıktı

Diyarbekir’den Yokuş Yol’a İkinci Adım

İsmini Turgut Uyar’ın aynı adlı şiirinden alan, Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inananların kanadığı coğrafyadan çıkan Yokuş Yol’a dergisi, ikinci sayıda Giovanni Papini’den sert bir soru ile okuyucusunu selamlıyor: Kim kurtaracak beni düşleyenimden?

Yokuş Yol’un ikinci adımına şiirle omuz verenler; Mehmet Efe, Ahmed Bedlek, Banu Özbek, Betül Aydın, Bilal Can, Can Küçükoğlu, Cihan Ülsen, Devran Aramgah, Feyzi Baran,  Fırat Bozkurt, Muhammed Palewi,  Necati Sümer, Şahin Altuner ve Yusuf Ekinci oldular.

İkinci sayıdaki öyküleri ise Hares Yalçi, Muharrem Samanlı, Rabia Boran, Reha Ruhavioğlu ve Uğur Nazlıcan kaleme aldılar.

Bilal Medeni, kemik ve kelime peşinde bir manaperestin ruh halini irdelediği "Anlyu auKdt eeaiHdnm, tingsiteetnW" yazısı ile; Sabiha Ünlü, hayata balkondan bakan denemesi ile, Ayşe Yalçın, "muhatap alınmak ve almakla başlıyor insanın tarihi" diyerek kurduğu ilk Kürtçe cümleden çoğalttığı hitapları ile dergimizin bu sayısında yerlerini aldılar.

Tüm tasarımlar bir miktar ütopya ile temas halindedir, diyen Süveyda Deniz "Selülitli Kentler Tasarım Kadınlar" yazısı ile bizleri bu sayıda da yalnız bırakmazken, ilk sayımızda Kürtçe öyküsü ile elimizden tutan Adnan Fırat bu sayıda Hegel ve Danto'nun "son"u üzerinden mukayeseli bir sanat tarihi felsefesi okuması yapıyor. "Sular altında bir şimdiki zaman: Mrs. Dalloway'de Virginia Woolf" yazısı ile H.Nisan Necipoğlu, yürüyüşümüze eşlik eden bir diğer isim.

Muptelayê Hibrê William Faulkner'ın “Emily için bir gül" öyküsünü İngilizce’den, Hatice Kılıç Fûrûxî Ferûxzad’ın “Tenhatiya Heyvê” şiirini Farsça’dan, Ayhan Geverî Sıtkı Baba’nın “Zülfü Kaküllerin” ve  Mehemed Emîn Hêvîdar Hayriye Ünal’ın “Ademin Kızlarından Biri” şiirini Türkçe’den Kürtçeye Yokuş Yol’a için çevirdiler.

Kürt öykücülüğünün önemli isimlerinden Wezîrê Nadirî’nin 1935 yılında Ermenistan’da yayınlanan “Nûbar” kitabında yer alan ve Kiril alfabesi ile yazılmış olan “Çaxirbegê da” öyküsünü M. Emin Hêvîdar Yokuş Yol’a için Latin harflerle transkıribe etti.

Ayhan Geverî,  Kürt şair Hêmin Mehabadî’nin “Nalley Cudayî” şiiri üzerine bir okuma denemesine giriştiği yazısı, hem şairini tanıma açısında hem de Kürt şiiri üzerine önemli tespitler içeriyor.

Ali Yaşar, 15 Mayıs 1932 yılında yayınlanmaya başlayan Hawar dergisi ve dergiyi çıkaran Celadet Ali Bedirxan üzerinden Kürt dergiciliği üzerine kıymetli yazısı ile bu sayımızda yürüyüşümüze eşlik eden bir diğer isim.

İkinci sayıda Abdullah Çelik, "Bölünmüş Benlik Ve Travmanın Dili" isimli yazısında Kürt şair Mehmet Said Aydın şiiri üzerinden “Türkçe yazan Kürt şairler” ve bu şairlerin şiir anlayışını irdelerken, Feyza Yapıcı “bir başkaldırı imkanı olarak İran Sineması” üzerine bir sinema okuması yapıyor…

Çıkmaya hazır olduğunda çıkmayı vadeden dergi Yokuş Yol’a çıktı, siz de hazırsanız başlayalım…

Yol’da kalmak ümidiyle…

Sıkça sorulan “Yokuş Yol’a nerede bulunur?” sorusunun cevabı şuracıktadır: http://bit.ly/1hlso67