Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın
dini haline gelmemişti.
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı.
Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü.
O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum.
İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz.
Küçücük bir sınıf.
Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar.
O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş.
Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir.
Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor.
Görünmeye çok alışmış.
Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor.
Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi.
Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor.
O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış.
O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'.
Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak.
İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor.
"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana."
O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor.
"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?..
Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular.
Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar.
Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından'
memnun, mesut, sırıtıyor.
Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor.
O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor.
Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi.
Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim.
Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum.
Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır.
'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince.
O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için.
Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin.
O gün ben de güldüm sana. Affet beni.
Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar."
İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşiz bir sevgililer günü hediyesi.
İki gün rötarla. Hem de bedava.
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı.
Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü.
O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum.
İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz.
Küçücük bir sınıf.
Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar.
O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş.
Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir.
Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor.
Görünmeye çok alışmış.
Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor.
Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi.
Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor.
O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış.
O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'.
Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak.
İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor.
"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana."
O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor.
"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?..
Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular.
Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar.
Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından'
memnun, mesut, sırıtıyor.
Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor.
O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor.
Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi.
Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim.
Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum.
Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır.
'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince.
O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için.
Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin.
O gün ben de güldüm sana. Affet beni.
Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar."
İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşiz bir sevgililer günü hediyesi.
İki gün rötarla. Hem de bedava.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder