27 Aralık 2019 Cuma

Roboskî: Bir Şiire Giriş İçin Denemeler

(…)
yemin olsun, menziline varamadan düşen porselen telaşa ve telaşın içindeki yavaşlığa
(…)
tütüne, çaya ve mazota yemin olsun
kaçak yaşamaya mahkum insanlığa
kahreden sınırlara ve sınırın öte yakasındaki umuda
umudun içindeki ekmek parasına
ekmek parasındaki mecburiyete
mecburiyetteki gidiş gelişlere
güne yemin olsun ama en çok geceye
geceye ve sakladıklarına
simsiyahken göğündeki yıldızlarına
alınyazısı gibi uzayıp giden dağlarına
dağlarında mesken olmuş hayale
(…)
üşüyen ayaklara, ısınmayan ellere ve donmayan bakışlara
yemin olsun, sebebine milyon küfürler edilen yoksulluğa ve yoksunluğa
ödenemeyen kantin borcuna
ayakkabı ve halı saha parasına
sonu gelmez cepsizliğe
harçlık almaya utanan gurura
yetiştirilemeyen hastane parasına
ve çocuğunu göremeyen babasına, yemin olsun
sevdasına yemin olsun
hediye alamayan delikanlılığına
kaçamak bakışlara ve dile gelmez özlemine
yemin olsun ellerini tutan nişanlısına
nişanlısın kınasına, gülüşüne ve gül yüzüne
kavuşamayan hasretliğine, bitmeyen gurbetine
sonra işler yoluna girer ve matematik ihanet etmezse düğününe, yemin olsun
(…)
yemin olsun aralık kalmış ayına ve yirmisekizinde gününe
çakıl taşı gibi düşerken bombalar, bombalara yemin olsun
paramparça edilen bedene, ateşler arasında yanan çaresizliğe
ses vermeyen sese
uzanamayan ele
tutunamayan çığlığa
koruyamayan masumiyete
katır sırtında taşınan hayallere, yemin olsun
(…)
oğlunu yitiren sütü kesilmiş anneye
elma ağacında yetim kalmış babaya
kardeşini kaybedene, eşinden koparılana, babası elinden alınana
ve bütün bunları varlığına delil gösteren Rab’be yemin olsun ki
uçurtma hüznüne boğulan bir çocukların gözleridir ömrü talana sebep
(…)

22 Aralık 2019 Pazar

"Kendinden Başka Herkes" Üzerine : Sartre’ın toplumu, Adorno’nun Sanatı Ya da Acının Estetiği


Cihan Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabındaki pek çok şiiri için şu soru sorulabilir belki: “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” 

Abdullah Aren ÇELİK

Theodor W. Adorno’nun, 1949 yılında “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü yaşanan trajik her hadisenin ardından akıllara gelir. Ne yazık ki bu söz yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen yanlış anlaşılmıştır. Adorno bu yanlış anlaşılmayı gidermek için 1962 yılında bu sözü alıntılayıp bir makale kaleme alır. Adorno,  “Auchwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz, angaje edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade ediyor. Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz, angaje [committed] edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade ediyor. Sartre’ın Mezarsız Ölüler oyunundaki bir karakterin sorduğu “İnsanları kemikleri kırılıncaya dek döven birilerinin var olduğu bir dünyada yaşamanın herhangi bir anlamı var mı?” sorusu, aynı zamanda, artık herhangi bir sanat eserinin var olma hakkı olup olmadığı sorusudur.”[1]
Adorno’nun bu sözünün dünyanın pek çok yerindeki sanatçının zihnini meşgul ettiğini söylemek yanlış olmaz. Filozofun bu düşüncesinin dünyanın pek çok yerindeki sanatçının zihnini meşgul ettiğini söylemek yanlış olmaz. Darbelerle sürekli boğuşan Latin Amerika’da, beyaz adamın acımasızca sömürdüğü kara Afrika’da, Hindistan bölünürken yaşanan iç savaşta, Çin’in köylü devriminde, iki dünya savaşı yaşamış ülkelerin her birinde büyük ihtimalle bu duygu ve düşünce vardı. Yaşanan acı deneyimler estetize edilip sanatsal bir takım sembollere dönüştürüldü. Auchwitz’in müzeye dönüştürülmesi, Holokost Anıtı, Rodina Mat Zovyot anıtı, Cristo Rei is one of Lisbon’s anıtı, Picasso’nun meşhur Guernica tablosu, yazılan onca kitap,  çevrilen yüzlerce film acının estetize edilme çabasından başka bir şey değildi. “Çaba” demek yerinde olur, çünkü trajik olanın estetize edilip edilemeyeceği hâlâ tartışma konusudur. Adorno’nun 1949’da söylediklerini 1962’de tekrar bir makaleyle açması süregelen bu tartışma nedeniyledir.
Ülkemizde Van, Dersim, Uludere, Cizre, Sur, Çorum, Kahramanmaraş ve daha pek çok yerde yaşananları akla getiriyor. Bunlardan belki de en bilindik olanı Van’ın Özalp ilçesinde1943 yılında meydana gelen ve 33 köylünün ölümüyle son bulan hadisedir. Yaşananların bunca akılda kalmasının bir, belki de en önemli nedeni Ahmed Arif’in yazdığı “33 Kurşun” şiiridir demek yerinde olur. Olay 28 Temmuz 1943 yılında meydana gelir. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı emriyle İran sınırında infaz gerçekleştirilir. Öldürülen bu insanlar hayvan kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla bir gece evlerinden alınıp sınıra götürülür ve Seydo Deresi denen bir yerde sorgusuz, yargısız kurşuna dizilirler. Orgeneral Mustafa Muğlalı, kaçakçılık yapan köylülerin ölüm emrini verdiğinde belki de aklında olayın üzerinde durulmayacağı kanaati ve herhangi bir soruşturma geçirmeyeceği düşüncesi vardı.Her şey unutuldu, ta ki Arif o yıllarda yaşananları insanların belleğine “33 kurşun” şiiriyle hatırlatana dek bu garip bilinç tutulması devam etti. Arif’in şiirine feyz aldığı hadise trajiktir, ancak bu olay edebiyatın bir parçası kılınmasaydı, muhtemelen çoktan unutulup gitmişti. Edebiyatın yaşananlardan bir bellek yarattığını görüyoruz. Tam da bu noktada şu soru sorulabilir, trajedi estetize edilebilir mi? Ya da yaşanan hadisenin şiirini yazmak mümkün müdür ve dahası doğru mudur?
Adorno’nun sorduğu soru ve verdiği cevap pekâlâ Arif’in “33 Kurşun” şiiri için de verilmiş bir cevap olabilir. Filozofun makalesinde dikkat çektiği olgu kurbanların “sanat nesnesine” belki de bir “tüketim nesnesine” dönüştürülme riskidir. Bu kaygısında haksız sayılmaz. Nitekim kurbanın çektiği acıyı resmetmek, anıta dönüştürmek ya da yazınsal bir metne aktarmak onu her zaman bir tüketim nesnesine dönüştürme riski taşır. Bunun nedeni belki de estetik söylemin modern burjuva kültürü içerisindeki yeri ve tekinsizliğidir. Öyleyse sanatsal edim, bir farkındalık yaratıp bunu tüketim nesnesine dönüştürmediğinde kabul edilebilirdir.
Cihan Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabında yer alan “roboski: bir şiire giriş için denemeler” şiirinin Arif’in izlediği satıhta yürüdüğünü söylemek mümkün. Yaşanan olay en az Özalp’te cereyan eden hadise kadar sarsıcıdır. Olay 28 Aralık 2011 yılında vuku bulur. 34 insanın ölümünü soruşturan savcılığın hazırladığı rapora göre olayın meydana gelme biçimi trajiktir. 28 Aralık günü 17.20 civarında insansız hava aracı (İHA) Haftanin Deresi vadisinde bir ısı kaynağı tespit eder. Yaklaşık yarım saat sonra dönemin 23’üncü Jandarma Sınır Tümen Komutanı Tümgeneral İlhan Bölük tespit edilen şeyi, “terörist unsur” olarak değerlendirir. Topçu atışı yapmak istediğini 2’nci Ordu Harekât Başkanlığı’na bildirir, değerlendirmenin hemen ardından komutanlıkta topçu atışının yeterli gelmeyeceği kanısına varılır. Pek tabii ki topçu atışının yerine hava harekâtının uygun olacağı kararlaştırılır. 21.43’te dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Necdet Özel’in emriyle ilk bombalama gerçekleştirilir. Sonrası ise malûmdur.
Ülsen’in şiir başlığının, acının estetize edilip edilemeyeceğini tartıştığı açıktır, şiirin başlığından da görüldüğü üzere yaşananların ancak bir şiire giriş için deneme olabileceğini, henüz isminde açık eder bize. Tıpkı Adorno’nun “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözünü haklı çıkaracak denli gerçekçi, 1962 yılında revize ettiği kadar da ihtiyatlıdır şair.  Haksız da sayılmaz, ölenlerin yakınlarından birinin sözlerini düşününce bu ihtiyatlı mesafe anlaşılırdır: “Oğlumu aradım cesetlerin arasında, en kısasını gösterdiler. Oğlum uzun boyludur dedim, beni öperken hep eğilirdi.” Tam da bu noktada şu soru sorulabilir, “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” Şiirde şöyle bir pasaj dikkat çeker:
“(…)
tütüne, çaya ve mazota yemin olsun
kaçak yalamaya mahkum insanlığa
kahreden sınırlara ve sınırın öte yakasındaki umuda
umudun içindeki ekmek parasına
ekmek parasındaki mecburiyete
mecburiyetteki gidiş gelişlere “[2]
Gündelik hayata dair sarf edilen bu dizeler, yaşanan onca acının olağanüstülüğünü insanın tahayyül gücünün sınırlarına yanaştırmak içindir. Zira anlatılmak istenen insanlık hali yaratılan acının büyüklüğüne, bundan da önemlisi manasızlığına işaret eder. Çünkü ekmek parası için ölmenin estetize edilecek bir yanı yoktur, olmamalıdır. Dolayısıyla bu absürt durumun izahı kendi içinde garip bir sıradanlığı barındırır, dizelere de öyle yansır. Ülsen’in şiirinin ölen insanların parçalanmış bedenlerini değil, sıradan insanların hayatlarından yola çıkarak ölümün manasızlığını anlatması bu açıdan anlaşılırdır.  Çünkü acıya odaklanmak, pornografik bir anlatımdan başka bir şey değildir. Oysa acının odağına insanlık hallerini koyup, acıyı bu şekilde göstermek pekâla bu trajediyi yaşamamış insanların empatisini kazanmak demektir. İnsanların hayalleri, zevkleri, tutkuları benzerdir. Oysa yaşanan bir takım trajediler insanları birbirinden ayırır, acının ayırdığı insanlar ancak ortaklık kurabildikleri hallerde yakınlaşabilirler birbirlerine. Dolayısıyla trajediden, bir gençlik hayalinin, aşkın, tutkunun, özlemin, açlığın çıkarılması anlaşılır olduğu kadar gereklidir de. Başka türlü; acıyı çeken, acıya seyirci kalan ve acıya neden olanlar katiyen bir araya gelemezler. Sanatın bir amacının da bu birliği sağlamak olduğu düşünüldüğünde, sanatçının üzerinde yürüdüğü ipin ne tür bir maharet gerektirdiği anlaşılırdır.
Adorno’nun sorduğu sorunun muhatabı acıyı çeken ve bu acıya ortak olan duyarlı insanlardır. Soruya verilecek cevap, bu insanlara bunca acıyı yaşatanları affedip etmeme ikilemine kadar götürür bizi. Dolayısıyla estetize edilmiş her acı tüketim nesnesi değil de bir tür farkındalık yaratıp birlikte yaşamayı mümkün kıldığında, yaraları sağaltıp bununla farklı toplumsal kesimlere kucak açılmasının yolunu gösterdiğinde anlamlıdır. Adorno aynı makalesinde acı çeken insanlardan bahsederken özellikle bunun altını çizer.
“Dipçiklerle dövülen insanların hissettiği katıksız bedensel acının ‘sanatsal’ temsili, uzaktan uzağa da olsa, o acıdan haz devşirmeyi sağlama gücünü içerir. Bu sanattan çıkarılacak ders –bir an için bile olsa unutmamak gerektiği-, kendi karşıtının uçurumuna sürüklenir.”[3]
Adorno’nun bahsettiği uçurum incecik bir sınırdır. Ülsen’in şirini kurduğu satıh özenle düşünülmüştür.
“yemin olsun aralık kalmış ayına ve yirmi sekizinde gününe
çakıl taşı gibi düşerken bombalar, bombalara yemin olsun
paramparça edilen bedene, ateşler arasında yanan çaresizliğe
ses vermeyen sese
uzanamayan ele
tutulamayan çığlığa
koruyamayan masumiyete
katır sırtında taşınan hayallere
yemin olsun!”[4]
Yukarıdaki şiirde, şairin Adorno’nun bahsettiği uçuruma sürüklenmediği, bu tuzağa düşmediği görülüyor. Zira şiirde ne bir yakarış vardır ne de buna sebep olanlara karşı bir intikam duygusu, yalnızca tarihe şiir aracılığıyla estetik açıdan düşülen bir not vardır. Dilin acıyı estetik bir mecraya taşıması, acısı olanın derdini acıklı kılmadan anlatması yaşanan dehşeti bir nebze de olsa hafifletir. Acı çekene edebiyatla gelen adalet, estetik bir mecrada kendisine yer bulur, kurbanın acısı hafifler böylelikle. Acıyı çekenin umutsuzluğu yerini vakur bir duruşa bırakır sonunda.
“ (…)
Oğlunu yitiren sütü kesilmiş anneye
Elma ağacında yetim kalmış babaya
Kardeşini kaybedene, eşinden koparılana, babası elinden alınana
Ve bütün bunları varlığına delil gösteren rab’be yemin olsun ki
Uçurtma hüznüne boğulan çocukların gözleridir ömrü talana sebep”[5]
Adorno makalesinin devamında şu sözleri sarf eder: “Üsluplaştırma yönündeki estetik ilke, hatta koronun vakur duası bile, tasavvur edilemez bir sonun sanki bir anlamı varmış gibi görünmesine yol açar; o sonu başkalaştırır, dehşetini hafifletir. Sırf bu bile, kurbanlara haksızlıktır; ama kurbanları başından savmaya çalışan hiçbir sanat adalet talepleriyle yüzleşememiştir.[6]
Tıpkı Ülsen’in “Siyah Bir Öfke” şiirinde olduğu gibi: 
“siyah bir öfke
bembeyaz düşler
obama yeniden başkan, malcolm öksüz
gazze, suriye, roboski: modern dünyaya uymayan değişkenler
bir de giriş yapabilseydim şu şiire
gelişip bir sonucun koynuna bile girebilirdim
belki de”[7]     
Bahsi geçen toplumsal bütün trajedilerin şairin dizelerinde belirsizlik taşıyan bir dizeye bağlanması tesadüfi değildir, bunun nedeni acının estetize edilip edilemeyeceğine dair yazarın endişedir belki de. Dolayısıyla bütün şiirlerinde bu sınırda gezinmesi anlaşılırdır. Yine “maraz kokan denklem” şiirinde benzer bir durum göze çarpar.
 “sokaklardan nemalanan cesetlerden
kayıp gider ellerin kaldrıma kuvveti
anneler cumartesi ve perşembeye amele
                                                                       -cenneten geçeli kaç asır?”[8]
Sanat eseri adalet getiremez belki, ama bellek yaratıp trajediyi yaşamış kurbanın, insanların   belleğinde sonsuza kadar yaşamasını sağlayabilir. Adorno’nun tespiti hâlâ orta yerde duruyor, “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.”
Filozofun bu çarpıcı tespiti ışığında Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabındaki pek çok şiiri için şu soru sorulabilir belki: “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” 
Adorno aynı makalesinde, hem Hegel’in “Estetik” kuramına, hem de Pascal’ın teolojik bağlamdaki sözlerine dair şu çarpıcı tespitleri alıntılar: “Edebiyat, Auschwitz’ten sonra var olmasının kinizme teslimiyet anlamına gelmeyeceği bir varlık göstermeli. Gerçek acının boyutları unutuşun hiçbir türlüsünü affetmez; Pascal’ın teolojik bağlamdaki sözlerini –On ne doit plus dormir sekülerleştirmek gerekir. Ama Hegel’in keder bilinci dediği bu acı, sanatı bir yandan yasaklarken bir yandan da varlığının sürmesini talep eder; acının hâlâ kendi sesini, tesellisini –onun tarafından ânında ihanete uğramaksızın– bulabildiği tek yer fiilen sanattır artık.”[9] 
Adorno, Sartre’ın “Mezarsız Ölüler” oyunundan alıntıladığı ve makalesini üzerine kurduğu söz, iki filozofun aynı zamanda sanata dair ayrı düşüncelerinin de temelini oluşturur. Zira Sartre sanatı toplum için düşünürken, Adorno sanatı sanat için düşünür. Bu bağlamda, yaşanan her toplumsal olay sanatçı tarafından estetize edilip işlendiğinde bu iki farklı düşüncenin ekseninde kendine yer bulur. Dolayısıyla yaşanan  trajedileri sanatının parçası kılan her sanatçı, bu açıdan ait oldukları yeri de yaratır aynı zamanda. Bu açıdan sanatçıyı ve sanat eserini bu yönüyle sorgulamadan tahlil etmek güçtür.
Belki de bu minvalde şöyle bir tespit yapmak yerinde olur: Bir soruyu trajediye, oradan bir şairin estetik kaygısına götüren durum, sanatı sanat için ya da sanatı toplum için düşünmekten bağımsız görmek gerekiyor. Belki de yaşanan trajediye, sanatçının yarattığı sanat eserinden ziyade tarihe bellek kazandırılan bir olgu olarak bakmak yeterlidir.

[1]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042
[2]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 35
[3]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042
[4]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 39
[5]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, s. 40
[6]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042
[7]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 24
[8]a.g.e. s. 45
[9]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042

19 Aralık 2019 Perşembe

Yağmurda Bir Kapı Açmak - Uğur Nazlıcan


Diğer Şerif Ali zaten kahvehanedeydi.

Dışarıdaki Şerif Ali ise, karanlık bir yağmurun gündüzden kalan pis aydınlığı süpürdüğü taş döşeli dar sokaklarda, acele etmeden, her adımını bir önceki adımından sonra ve bir sonraki adımından önce atarak yürüyordu. Gittikçe şiddetlenen yağmurun kıvamı, karanlığın derinleşmesinin de etkisiyle koyulaşıyor, koyulaşıyor, Şerif Ali’nin zaten yavaş olan yürüyüşünü daha da yavaşlatıyordu. Bir an, Şerif Ali adım atamaz oldu artık, yağmurdan bir duvar kendisiyle dünya arasına çekilmiş, uzayıp gidiyordu. Daha fazla ilerleyemeyen Şerif Ali elini uzatıp sudan duvardaki kolu tuttu, yağmurun içinde bir kapı açtı ve kahvehaneye girdi.

Pas tutmuş yorgun bir ışığın aydınlattığı kahvehaneye gelişi güzel yerleştirilmiş üç beş masaya birkaç insan sureti serpiştirilmişti. Köşedeki masada tek başına oturan adam çoktan bitmiş bir oyunun masaya dağılmış sinek ve maça artıklarını topluyor, arada bir durup bütün oyun boyunca beklediği, bir türlü gelmeyen sinek ikiliye sitemkar bakışlar atıyordu. Camekanın hemen önündeki masada oturmuş bir başkası, eli yanağında, dalgın dalgın kahvehanenin camekandaki yansımasından ziyade dışarıdaki karanlığı izliyor, arada dalgınlığı geçip gerçeğe yaklaştıkça görüntüler karışıyor, camekanın hangi tarafında olduğunu unutup dışarıdaki karanlıktan içeriyi mi, içerideki karanlıktan dışarıyı mı izlediğini kendisi de ayırt edemez oluyordu. Sonra tekrar dalgınlaştıkça görüntüler belirginleşiyor, içeriyle dışarının karanlıklarının birbirlerindeki yansımalarını izlemeye devam ediyordu.

Kahvehanenin girişinde, arkasında büyük bir ayna olan masada oturan ve bir eli her an çalma ihtimali olan telefona vakit kaybetmeden cevap verebilmek ister gibi ahizenin üstünde duran Kamuran, yakın gözlüklerinin üstünden, masanın diğer tarafında sırılsıklam paltosunun içinde dikilmekte olan Şerif Ali’ye, bu orta boylu sıska çocuğa baktı bir süre. Tabii ki, hepimiz birilerine benzeriz ama bu çocuk Kamuran’ın zihnindeki birilerine kendinden daha çok benziyordu. Hani bu benzerlik biraz azalsa, bu her tarafından su damlayan çocuk, Kamuran’ın zihnindeki biriyle neredeyse aynı kişi olacaktı; insanın zaman içinde başka bir şeye olan benzerliğinin azalmasının, kendine olan benzerliğinin ise artmasının alışıldık hikayesi misali.

Kamuran’ın bakışları karşısında kalakalmıştı Şerif Ali; sanki, söze başlamadan önce bütün suyunu bırakmayı bekliyordu. Bir damla yağmur saçından aşağıya, kulağına, oradan boynuna aktı. Gömleğinin içinden omuzuna yaklaşırken birkaç damlayla birleşti, hızlanarak kolundan parmaklarına doğru yol almaya başladı. Şerif Ali’nin yağmur sularının ağırlığından yanına düşmüş kolunun parmak ucuna gelen yağmur damlaları koynundaki gizli bir bıçak yarasından ince ince sızan kan damlaları gibi pıt pıt yere düşüyor, yerde, işaret parmağının hemen hizasında küçük bir gölcük oluşturuyordu. Gölcüğün tam ortasına bir damla kan daha düştü, sazlıklar dalgalandı. Şerif Ali kolunu yavaşça kaldırdı, tam göğüs hizasına getirdiğinde işaret parmağını uzatıp “İşte, beni vuran bu!” der gibi camekandaki kartona eğri büğrü yazılmış “çırak aranıyor” yazısını gösterdi: “Çırak arıyormuşsunuz?”

Kamuran, kahvehaneye Şerif Ali’yle beraber girmiş gibi, camekandaki kartondan, kartondaki yazıdan, yazıdaki çıraktan, hatta kahvehaneden bile haberi yokmuş gibi, yakın gözlüklerinin üstünden soran gözlerle Şerif Ali’ye bakıyordu. Öyle ki, Şerif Ali, Kamuran’ın, böyle uzun uzun yüzüne bakıp da cevabını bulamadığı soruyu merak etti. Yüzünde olduğunu düşündüğü soruyu görebilmek için kafasını kaldırıp Kamuran’ın oturduğu masanın arkasındaki aynaya baktı. Aynanın karşısındaki, Şerif Ali’nin arkasındaki duvarda, muhtemelen aynı büyüklükte, bir ayna daha vardı. Şerif Ali karşısındaki aynanın içinde arkasındaki aynayı görüyordu; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce aynaya dönüşen tek bir ayna; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce Şerif Ali. Baktığı aynadaki Şerif Ali, aynaya bakan Şerif Ali’nin hemen hemen aynısıydı.

Diğer görüntüler aynada derinleştikçe, Şerif Ali de, kendinden başka bir şeye benzeyerek meçhul bir istikbale doğru derinleşiyordu; ilk yansımada üstündeki suların hepsini bırakıyor, siyah paltosu kuruyor, sonra kırmızı şeritli ceplerindeki sarı çay markalarının ve siyah kahve markalarının şıkırdadığı mavi bir önlük giyiyor, bıyığı ince ince terliyor, ilk sigarası yakıyor, pis pis öksürüyordu. Sonraki yansımada şakakları beyazlamaya başlıyor bir ucundan, saçları seyreliyor; bir diğer yansımada derinleşip çoğaldıkça Şerif Ali, uykuları azalıyor, göz altlarında karartılar beliriyor, yalnızlığını vücudunun devamıymış gibi, bir uzvuymuş gibi ustalıkla kullanmaya başlıyor. Bir kat daha derinde köpek dişlerinden birini altın kaplatıp saçlarına briyantin yağ sürüyor. Yüzü acıyla buruşuyor başka bir derinlikte, sağ kulağını fareler kemiriyor, kemirilen kulaktan yüzlerce, binlerce hamam böceği çıkıp dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlıyor, bir kısmı arka taraftaki ocağa, bir kısmı depoya, bir kısmı taşları kırılmış tuvalete kaçıyor, yarası kabuk bağlayan kulağının yokluğu derinleştikçe bir şey olmuyor, sonra biraz daha bir şey olmuyor, sonra aynaların içinde derinlere gidildikçe hiçbir şey olmuyordu. Şerif Ali sessiz sakin bir dehşetle aynaların derinliklerinden dışarı çıkmaya, iki aynanın tam ortasında yoğunlaşarak belirginleşen yansımaya, kendine dönmeye çalışıyordu. Son yansımalardan birine takılınca geri dönemedi, kapıdan girip masanın önünde dikilen ilk Şerif Ali yansımasına: Bütün suyunu bırakmıştı, indirdiği işaret parmağından kan damlamıyordu artık yerdeki küçük gölcüğe. O son aynanın çerçevesinden de Kamuran çıkardı Şerif Ali’yi: “Çırak… Evet, çırak… Bizim ocakçıyı çağırayım ben.” Kamuran dalgındı, kahvehanenin kendisi ve içindeki herkes ve her şey gibi; bu dalgınlık yavaş yavaş Şerif Ali’ye de sirayet ediyordu. Şerif Ali dalgın dalgın, farelerin yediği kulağından yanağına incecik sızan kanı temizlerken mırıldandı: “Evet, ocakçı, çırak, evet…”

Kamuran kafasını çevirmeden ocağa seslendi: “Şerif Ali, çıraklık için gelen bir çocuk var, baksana!” Şerif Ali, masanın önünde dikilmiş, adının ocağa doğru söylenmesinde tuhaf bir yan olduğunu hissediyor ama bu tuhaflığın ne olduğunu tam kavrayamıyordu. Kamuran, hala yakın gözlüklerinin üstünden Şerif Ali’ye bakıyordu; karşısındaki çocuğun bir şeylere benzediği düşüncesinin gergin sesiyle sordu: “Adın ne senin?” Şerif Ali dalgın, hatta neredeyse baştan savma cevapladı: “Kamuran.”

Köşedeki masada tek başına oturan adam, kendi adının söylendiğini duyunca bakışlarını masadaki kartlardan kaldırdı, kahvehaneyi taradı uykusuzluktan kızarmış gözlerle: Kahvehanede her şey aynıydı, yıllardır hiçbir şey değişmiyordu; paslı ışık, girişteki büyük masa, masanın arkasındaki ayna, aynanın karşıdaki duvarda yine bir ayna olarak belirmesi, birkaç masa, etrafa serpiştirilmiş birkaç insan sureti, bazen sinek ikili, bazen maça as kisvesine bürünen ve asla gelmeyen, kim olduğu, ne olduğu unutulmuş ve artık beklenmeyen beklenen, tüm bunları düşünürken köşedeki masada, siyah paltosunun içinde dikilmekte olan şu sıska çocukla konuşurken ise köşedeki masada değil de, girişteki büyük masanın ardına oturan, gittikçe uzaklaştığı dünyayı daha bulanık görebilmek için aldığı yakın gözlüklerinin üstünden bakan kendisi, sanki başka hiçbir şey yapamazmış gibi yıllardır işaret parmağıyla camekandaki kartona eğri büğrü yazılmış “Çırak aranıyor” yazısını gösteren çocuk, her şey aynı yerde, aynı şekilde, aynı hızdaydı. Tekrar masadaki kartlara çevirdi bakışlarını, kartları topladı, karmaya başlamadan önce her biri kartların bir yarısını tutan ellerini iki yana açtı, camekanın kenarındaki masada oturmuş dışarının karanlığında yansıyan kahvehaneyi izleyen adama seslendi: “Şerif Ali, oynuyor muyuz?”

Şerif Ali, camekanın önündeki masada oturmuş, dışarının karanlığıyla aynalaşmış camekandan köşedeki masada tek başına oturan Kamuran’ın elindeki kartları görüyordu. Oynamak istediğinden değil, sadece adaptan, camekanın önündeki masadan kalktı, Kamuran’ın oturduğu masaya yöneldi. Kafasını girişe doğru çevirmeden, yıllardır giriş kapısının yanındaki büyük masada oturan, kahvehaneye ve öteki şeylere yakın gözlüğünün üzerinden bakan adama ezberden bir sipariş verdi: “İki orta söylesene bize Şerif Ali.”

Köpek dişinin altın kaplanmasıyla nihayet bulacak bir çürüme, masanın önünde siyah paltosunun içinde dikilmekte olan Şerif Ali’nin ağzının içinde yavaş yavaş işlemeye başladı. Bu çürümenin gölgeleri Şerif Ali’nin yüzünde dalgalanıyordu. Kamuran, yakın gözlüklerinin üstünden, karşısında, masanın diğer tarafında dikilmekte olan Şerif Ali’nin yüzünde bu gölgelerin yer değiştirmesini izledi bir an, sonra, ancak aşina olanların yakalayabileceği küçücük bir baş hareketiyle

Şerif Ali’ye arka taraftaki ocağı işaret etti: “İki orta, bana da bir sade.” Şerif Ali, adeti olduğu üzere, hiçbir şey demeden, siparişi duyup duymadığını, anlayıp anlamadığını bile belli etmeden arka tarafa yöneldi. Küçücük ejderhalara benzeyen siyah kuyruklu çaydanlıklar, kulpu paçavralara sarılmış emaye cezveler, kum saati olamayacak kadar kalın belli yapıldığı için çay bardağına dönüştürülen şişeler arasında, küçük bir kıyamet gibi kendisini beklemekte olan kendisiyle karşılaşmaya gidiyordu, her adımını bir önceki adımından sonra, bir sonraki adımından önce atan sakin bir yürüyüşle.

Şerif Ali, kendini aynalardaki kaçıncı yansımanın Şerif Ali’sinin yetiştireceğini bilmiyor, bıyıkları yeni terlemişinden köpek dişi altın kaplısına kadar birçok Şerif Ali ihtimalinden birine doğru, ocağa yürüyordu. Kendisinin çırağı olacaktı Şerif Ali. Hangi kendisinin çırağı olacağını ise, kendisinin çırağı olan pek çoğumuz gibi, bilmiyordu. Ocağa yürüyordu; duyup duymadığını, anlayıp anlamadığını kendisinin bile bilmediği siparişler verecekti kendine.



17 Aralık 2019 Salı

Havuzda İki Yansı - Giovanni Papini



Yalnızca, kısır bir bahçede ölü yapraklarla dolu ölü bir havuzda yüzümü bir kez daha görmek için mi onca zaman sonra bu küçük başkente uğradım? Havuzun yanına vardığımda bundan başka bir neden düşünemiyordum. Denizden, büyük kıyı kentlerinden döndüğüm için, gizli şeylere, dar sokaklara, suskun, yağmurdan kararmış duvarlara özlem duyuyordum. Bütün bunları, küçük başkentte, beş yıl, klasik beyaz sakallı hocalardan, Alman geleneğine en uygun, en fantastik bilimleri okuduğum kentte bulacağımı biliyordum.

Düzlüğün ortasında yapayalnız, bir sürgün gibi (gerçek vatanlarından sürülmüş kentlerin de var olduklarını düşünmüşümdür hep), ırmaksız, kalesiz, çan kulesiz, neredeyse ağaçsız, ama ortasında avlunun mırıldanıp uyukladığı büyük rokoko sarayın çevresindeki dingin, boyun eğmiş bu sevgili kent sık sık aklıma düşüyordu. Sokaklarda, her yüz adımda bir, bir kuyu, kuyunun yanında bir çeşme, her çeşmenin üstünde açık maviyle soluk kırmızıya boyanmış seramik bir savaşçı. Bilime yeni adım attığım yıllarda kaldığım evi de anımsıyordum. Pencerelerim alana değil, evlerin arasına hapsolmuş büyük bir bahçeye bakıyordu; orada, bir köşede, yapay taşlarla çevrili bir havuz vardı. Bahçeye kimse bakmıyordu: Yaşlı bey ölmüştü; bungun, sofu kızı da ağaçları inançsız, çiçekleri ise kendini beğenmiş buluyordu. Havuz da onun yüzünden ölmüştü. Artık hiçbir fıskıye fışkırmıyordu bağrından. Su, yıllardan beri hiç değişmemiş gibi kımıltısız, yorgun görünüyordu. Ağaçlardan düşen yapraklar neredeyse tümüyle örtüyorlardı onu, sanki söylencesel uzaklıkta kalan güzlerde düşmüşlerdi havuzun içine. 

Bu bahçe küçük başkentte yaşadığım sürece sevinç kaynağımdı benim. Günün her saatinde, hocalarım çağırmadıkça oraya gitme özgürlüğüm vardı, birkaç kitapla havuzun kıyısında oturur, okumaktan yorulunca ya da ışık azalmaya başlayınca, suda gözlerimin yansısını görmeye çalışır, yahut solmuş yaprakları sayar, rüzgarın düzensiz soluğuyla usul usul devinmelerini estetik bir kaygıyla izlerdim. Kimi zaman seyreliyor, kimi zaman tümü bir araya toplanıp dibe doğru çöküyorlardı, o zaman suda yüzümü görür, gözlerimi dikip uzunca bir süre öyle bakardım ki ona, orada, benden öte, benim bedenimle birlikte varolmuyormuş, sonsuza dek suyun içinde devinimsiz kalmış bir imgeden başka bir şey değilmiş gibi gelirdi yüzüm bana. 

İşte bu nedenle küçük başkente varır varmaz hemen bahçeye koştum. Aradan birçok yıl geçmiş, ama kent hiç değişmemişti. Aynı dar sokaklardan aynı bodur, sarışınımsı kadınlar geçiyor, işe yaramaz, gülünç seramik savaşçılar, sık çeşmelerin üstündeki mavi kılıçların kabzalarına abanıyorlardı. Bahçe, bıraktığım gibiydi - havuz da, ülkeme dönmeden önce onu son kez gördüğüm haldeydi. Çimenlikte birkaç tutam daha çimen, havuzun içinde biraz daha çok yaprak; geri kalan her şey geçmişteki gibiydi. Yüzümü gene suyun aynasında görmek istedim, değişik olduğunun ayrımına vardım, öylesine açık seçik anımsadığımdan oldukça değişik. Havuzun büyüsü, o yerin büyüsü yeniden sanlı beni. Yapay kayalıklardan birinin üstüne oturdum, solgun, değişime uğramış yüzümü göreyim diye daha büyük bir ayna yapmak için elimle ölü yaprakları ittim. Birkaç dakikadır orada durmuş, yansıma bakıp zamanın yasalarım düşünürken, suda, benimkinin yanında başka bir imgenin belirdiğini gördüm. Birden döndüm: Bir adam yanımda oturmuş, havuzda kendine bakıyordu. Dalgın dalgın baktım ona - bir kez daha bakınca biraz bana benziyormuş gibi geldi. Gözlerimi yeniden havuza çevirdim, derin suya yansıyan imgesini bir kez daha inceledim. Bir anda gerçeği kavradım: Adamın imgesi, tıpatıp benim yedi yıl önce suda yansıyan yüzüme benziyordu! Başka zaman olsa belki de bu beni şaşırtır, baş edilmez bir saplantının döngüsüne yakalanmışçasına bağırırdım kuşkusuz. Ama bazen yalnızca olanaksızın gerçekleştiğini çoktan biliyordum, bu yüzden hiç korkmadım. Elimi adama uzattım, sıktı, sonra ona şöyle dedim:

"Senin ben olduğunu biliyorum -bir süredir geçmiş olan bir ben, ölü olduğuna inandığım bir ben, şimdi onu burada bir kez daha, bıraktığım gibi hiçbir görünür değişiklik olmaksızın yeniden görüyorum. Geçmiş olan benin, şimdiki benden ne istediğini bilmiyorum, ama ne dilersen dile, belki de esirgemeyeceğim senden." 

Adam, benim açımdan  onun için yeni biriymişim gibi belli bir şaşkınlıkla bana haktı, bir an duraksadıktan sonra yanıtladı: ''Biraz seninle birlikte kalmak istiyorum. Buradan kesin olarak ayrıldığını sandığında, hen burada, zamanın akıp gitmediği bu kentte kaldım, hiç kımıldamaksızın, hiçbir şey yapmaksızın seni bekledim. Geri döneceğini biliyordum. Ruhunun en ince yanını bu havuzun sularında bırakmıştın, bugüne dek bu ruhla yaşadım. Şimdi yeniden seninle sımsıkı birleşmek, seninle birlikte olmak, seninle birlikte yaşamak, geçen yıllardaki yaşamının öyküsünü senden dinlemek istiyorum. Senin o zaman olduğun gibiyim ben. Senin hakkında o zaman bildiğinden daha çok şey bilmiyorum. Bilmek ve dinlemek isteğimi anlıyorsun, değil mi? Yeniden arkadaş ol benimle, böylece, dünyadan ve zamandan sürgün edilmiş bu kentten bir kez daha ayrılmayayım." Başımla evet işareti yaptım, iki kardeş gibi el ele bahçeden çıktık. 

O zaman, zaten herkesinkinden farklı olan yaşamımın en garip dönemlerinden biri başladı benim için. Kendimle birlikte -artık geçmiş olan kendimle birlikte- önceden kestirilemeyen bir sevinçle dolu birkaç gün yaşadım. İki ben, bozuk kaldırımlı sokaklarda, küçük başkentin üstüne çöken sessizlikte -ondokuzuncu yüzyıldan kalma bir sessizlik!- dolaşıyor, bıkıp usanmadan, gördükleri şeylerden, tanıdıkları insanlardan, onları etkileyen duygulardan, ruhlarında buruk bir tat bırakan düşlerden söz ediyorlardı. İki kişi -eskisiyle yenisi- birlikte, dağ başındaki bir manastır gibi suskun, mezarımsı üniversiteyi ziyaret ettiler -rokoko sarayın arkasındaki, kırık, kararmış yontuların, sonu gelmez caddelerin bir bakıştan fazlasını hak etmediği Fransız usulü bahçede dolaştılar- Liliensee'ye dek uzandılar, eski ilkelerin buyruğuyla göl adına erişen, yeri kötü kazılmış bir durgun su. O gezintiyi, o iç dökme günlerini, yüreğim bir an için durur gibi olmaksızın anımsayamıyorum! Ama ilk coşku saatlerinin, ilk çağrışım günlerinin ardından, arkadaşımı dinlerken anlatılmaz bir tedirginlik duymaya haşladım. Sürekli olarak gösterdiği bazı bönlükler, bazı kabalıklar, bazı gariplikler heni tedirgin etmeye haşladı. Bundan başka, onunla uzun konuştuğumda, gülünç fikirler, ölü kuramlar, artık anımsamadığım şeyler ve insanlar hakkında taşralı coşkularla dolu olduğunun ayrımına vardım. Bana küçümsemeyle gülümseme esinleyen bazı sözcüklere inanıyor, bazı şiirlerle coşuyor, bazı görünümler karşısında kendinden geçiyordu. 



Zihni hala, bir yığın belirsiz, karmakarışık, dal budak salmış romantizmle, lanetlenmiş dağlar, karanlık ormanlar, gökgürültüsü ve top sesleriyle dolu fırtınalar ve savaşlarla dopdoluydu; yüreği melankolik, sıska züppelerle, biraz tombulca genç kızların yaşadıkları o Alınan pathosuyla burkuluyordu (gök mavisi çiçekler, bulutlar arasına gizlenmiş ay, erden nişanlıların mezarları, akşamları at gezintileri vb. ).

İlk anlarda beni eğlendiren saf gururu, deneyimsizliği, yaşamın gizleri hakkındaki derin bilgisizliği, sonunda beni sıkmaya başladı; içimde yavaş yavaş itici, küçümseyen bir acıma duygusu uyandırdı. 

Birkaç gün daha onu aşağılamak ya da kaçmak isteğime gem vurmayı başardım; ama bir sabah, aptalca içe dokunan bir lied tutturunca, küçümseyişimin nefrete dönüşmekte olduğunu duyumsadım. 

"Gene de," diye düşündüm, "kendisine güldüğüm bu adam, bu gülünç ve bilgisiz genç, bir zamanlar bendim: Hala da bazı bakımlardan benim kendim. Yaşadığım o uzun yıllar boyunca, ben görür, kestirimlerde bulunur, düşünürken; o burada, yapayalnız, iletişimsiz, tıpkı benim burayı bırakıp gittiğim günde olduğum gibi kaldı. Şimdi, benim şimdiki benim, geçmiş benimi küçümsüyor-gene de o zaman, bugün olduğundan çok daha fazla üstün insan, yüce, soylu bir varlık olduğuma inanıyordum, evrensel bilge, geleceğin dahisi sanıyordum kendimi. O zaman da geçmişimi küçümsediğimi anımsıyorum, küçük beni, bilgisiz, daha incelmemiş oğlanı. O zaman küçümseyeni küçümsüyordum şimdi. Oysa bütün bu küçümseyenlerle küçümsenenlerin adı aynıydı, aynı bedende barınmışlardı, insanlara tek bir canlı varlık gibi görünmüşlerdi. Şimdiki benden sonra, bugünkü kendimi yargılayacak bir başkası oluşacaktı, tıpkı bugün benim dünkü kendimi yargıladığım gibi. Ben kendime acımazsam, kim acıyacaktı bana?" Ben bunları düşünürken, eski ben konuşuyor, ahkam kesiyordu. Artık ona söyleyecek hiçbir şeyim yoktu, bu yüzden susuyordum, onun da bana söyleyecek hiçbir şeyi yoktu, ama susacak yerde, tümceler üretiyor, korkunç derecede uzun şiirler okuyordu yüksek sesle. Aramızda ortak ne kalmıştı artık? Uzak geçmişin anıları tükendiğinden, onunla yakın geçmişten, yakın geçmişteki tüm görülmüş güzellikler, sevilmiş, kırılmış yürekler, çay masasının çevresinde o anda oluşuveren paradokslarla dolu dünyamdan söz edemiyordum ona; ruhumu baştan başa dolduran acılı düşten de. Bütün bunları ona anlatmanın yararı yoktu; beni anlamıyordu. Bana bir sahneyi anımsatan sözcüklerin tınıları, bir kokunun, bir adın, bir gürültünün çağrışımları ona hiçbir şey demiyordu. Onunla konuşmamı rica ediyordu, onaylarsam, merakla kulak veriyordu bana, ama duymadan, anlamadan, ona anlattığım şeyi benimle birlikte yeniden yaşamadan. Gözleri boşlukta yitiyor, ben susar susmaz da, onun tumturaklı sözleri, duygusal yapmacıklıkları başlıyordu. 

Bir gün, bu eski 'ben'e duyduğum nefreti artık tutamaz oldum. O zaman artık onunla birlikte yaşayamayacağımı, nefretimi yenmek için onun arkadaşlığından kaçmak zorunda olduğumu çok kesin bir dille söyledim ona. Sözlerim onu şaşırttı, üzdü. Gözleri yalvarırcasına hana haktı. Eli, elimi daha güçlü sıktı. 

"Beni niçin bırakmak istiyorsun," dedi o nefret edilesi tiyatrovari, duygulu sesiyle, "Niçin bir kez daha yalnız bırakmak istiyorsun beni? Onca zaman sessiz sessiz sent bekledim, onca yıl beni bu anlara yaklaştıran saatleri saydım! Şimdi burada benimleyken, seni seviyorken, geçmişte kalan soluk şeylerden, aşktan, dünyanın güzelliğinden, varlıkların acılarından söz ederken; öylesine hüzünlü, öylesine ağır bir biçimde hüzünlü olan bu kentte heni yalnız bırakmak mı istiyorsun?" Bu sözcüklere, elimin bir öfke devinimiyle karşılık verdim. Ama gitmeye koyulduğumda, heni sımsıkı kavrayan kolunu duyumsadım, hıçkırarak bana şöyle diyen sesini işittim bir kez daha: 

"Hayır, gitmeyeceksin. Bırakmayacağım seni! Beni anlayabilen biriyle, hala yüreği sımsıcak, yaşam dolu kentlerden gelen, bütün yakınmalarımı dinleyen, itiraflarımı anlayışla karşılayan biriyle konuşabilmekten öylesine mutluyum ki. Hayır, gitmeyeceksin, gidemezsin! Bırakmayacağım seni." Bu kez de yanıt vermedim, bütün gün, hiç konuşmaksızın, onunla birlikte kaldım. Sessizce hana bakıyor, adım adım izliyordu heni. Ertesi gün gitmek için hazırlandım, ama o kapımın önünde durup, o gün de onunla birlikte kalacağıma söz verinceye dek dışarı çıkmamı engelledi. 

Böylece dört gün daha geçti. Ondan kaçmaya çalışıyordum, ama o, bir an bile ardımı bırakmadan, yakınmalarıyla canımı sıkarak, gerekince zora da başvurarak kentten ayrılmamı engelliyordu. Nefretim, umarsızlığım gittikçe artıyordu. Sonunda, beşinci gün, kendimi onun kıskanç gözetiminden kurtaramayacağımı görünce, bir tek çaremin kaldığını düşündüm, ardımda onun sızlanan gölgesi, kararlı bir biçimde evden çıktım. O gün de, onun bedeni ve onun ruhuyla saatler geçirdiğim kısır bahçeye gittik, o gün de ölü yapraklarla dolu havuzun yanına yaklaştık. O gün de, yapay kayaların üstüne oturduk, yansımıza bakmak için yaprakları araladık. Yüzlerimiz suyun derin aynasında yan yana belirdiğinde, hızla döndüm, geçmiş benimi omuzlarından kavradım, yüzü suyun üstüne gelecek biçimde, imgesinin belirdiği noktaya ittim. Başını suya batırdım, çileden çıkmış nefretimin bütün gücüyle sımsıkı tuttum. Debelendi, bacakları hızlı hızlı devindi, ama başı, havuzun ürperen dalgasının içinde kaldı. Birkaç dakika sonra, bedeninin direncinin kırıldığını, pörsüdüğünü duyumsadım. O zaman onu bıraktım, suyun daha da derinlerine, dibe doğru indi. İğrenç geçmiş benim, geçmiş yılların gülünç, aptal ben'i hiç dirilemeyecek biçimde ölüp gitmişti. 

Bahçeden, kentten dingince çıktım. Bu olay için hiç kimse hiçbir zaman rahatsız etmedi beni. Şimdi hala dünyada, büyük kıyı kentlerinde yaşıyorum; anısını kesin olarak anımsamadığım bir şeyim eksikmiş gibi geliyor bana. Ne zaman neşe, aptalca gülümseyişleriyle içimi sarsa, kendi kendisini öldüren, ama gene de yaşamayı sürdüren tek adamın ben olduğumu düşünüyorum. Ama bu, ciddileşmeme yetmiyor. 



*Giovanni Papini, Kaçan Ayna, Dost Kitapevi Yayınları, Çev: Şadan Karadeniz

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kürdün Sadece Rüzgarı Var - Mahmud Derviş



Selim Berekat’a

Kürt, onu ziyaret ettiğim zamanı hatırlıyor; akşam yemeğini…
“Benden sana!” diyerek onu süpürgeyle uzaklaştırdığını.
Dağlar yine aynı dağlar. Ve votka içiyor
tarafsız bir hayalde kalmak için: Ben
mecazımda yolcuyum ve yoldan çıkmış turnalar
ahmak kardeşlerim. Ve silkeliyor gölgeleri
kimliğinden: Kimliğim dilimdir. Ben… Ben.
Dilimden ibaretim ben. Dilime sürgünüm ben.
Ve Kalbim bir Kürt cemresidir mavi dağlar üzerinde.. /

Lefkoşa kasidesinde derkenardır.
Diğer bütün şehirler gibi. Yönleri taşıyan
bir bisiklette. Ve dedi ki: Bana düşen son
yere yerleşeyim. Böylece boşluğu seçti ve uyudu.
Cinler kelimelerini işgal etti edeli düş görmedi.
[Kelimeleri adaleleridir. Adaleleri kelimelerinindir]
Düş görenler dünü kutsarlar ya da altın yarınların  
kapıcısına rüşvet verirler. Ne yarınım var benim
ne dünüm var. İşte şuracık
beyaz alanımdır benim. /

Onun evi horoz gözü gibi temizdir..
Saçlar gibi dağılmış olan aşiret reisinin
çadırı gibi unutulmuş. Eğirilmiş yünden
bir seccade. Aşınmış sözlük. Aceleyle ciltlenmiş
kitaplar. Kahvehane hizmetkârının
iğnesiyle işlenmiş yastıklar. Kuşları ve
domuzu boğazlamak için bilenmiş bıçaklar.
Porno filmleri. Belagate muadil diken demetleri.
Kiralanabilir bir balkon. İşte tam burada Türkler ve
Yunanlılar rol değiştirir sövüp saymada.
Bu hem benim tesellimdir hem kara bir şakanın
sınırlarında nöbet bekleyen askerlerin tesellisidir.. /

Üzerinde uzlaşılmıştır, bu yolcu yolcu değildir..
Kuzey güneydir, doğu batıdır serabın içinde.
Rüzgârların çantaları yoktur, görevi yoktur tozun.
Sanki özlemini kendi dışına gizler, şarkı da söylemez…
Akasya ağacının gölgesine sığındığında yahut saçlarını
hafif bir yağmur ıslatırken şarkı söylemez…
Bilakis, kurda yalvarır, kapışmaya çağırır:
Gel ey köpek oğlu, bu gecenin davulunu çalalım
ölüleri uyandırıncaya kadar. Çünkü Kürtler
hakikatin ateşine yaklaşıyorlar, sonra
şairlerin kelebeği gibi yanıyorlar/

Anlamlardan ne istediğini biliyor. Hepsi
saçma. Tuzakları vardır kelimelerin,
çelişiği bir saçmayı avlamak için.
Kelimelerin bekâretini bozar ve sonra
bakir olarak sözlüğüne döndürür.
Alfabenin atlarına kuruntu verip
koyunlar gibi tuzağına düşürür,
dilin kemiğini sıyırır: Kayboluştan intikam aldım.
Sineklerin kardeşlerime yaptığını yaptım.
Yakalanmış av gibi kalbimi pişirdim.
Asla istediğim gibi olamayacağım.
Yeryüzünü bir kasideden daha az ya da daha çok sevemeyeceğim.
Kürde içinde barındığı ve içinde barınan
rüzgârdan başkası yok.
Ve bağımlı olduğu ve kendisine bağımlı olan
eşyanın ve yeryüzünün sıfatlarından arınmak için…/

Meçhul seslenirdi:  Ey özgür oğlum!
Ey sonsuz bir kazanın kepçesi! Eğer
babanı asılı görürsen göğün ipinden indirme,
ve onu senin harika marşının pamuğuyla kefenleme.
Onu gömme ey oğlum, rüzgârlar Kürdün
Kürde vasiyetidir sürgününde ey oğlum…
Etrafımda çok kartal var ve senin etrafında
geniş Anadolu’da.
Cenazem gizli, sembolik, dumanı al
kaderlerine doğru ve çek! Senin göğünün ilk katını
sihirli sözlüğüne. Ve uyar zehirlenmiş yaralı umudunu
O bir vahşidir sense şimdi .. Sen şimdisin. Özgür bir hurafeci,
Ey kendinin oğlu, sen azadesin
babandan ve isimlerin lanetinden../
Dille galebe çaldın kimliğe
Kürde dedim ki, dil ile intikam aldın
kaybolmuşluktan
Dedi ki: Çöle yürümeyeceğim.
Dedim ki: Ben de…
Ve rüzgâra doğru baktım /
-          Akşam kör oldun

-          Akşam kör oldu!


     Çeviren: Mehmet Algan
afro dergisi, sayı 1, 2014