Diğer Şerif Ali zaten kahvehanedeydi.
Dışarıdaki Şerif Ali ise, karanlık bir yağmurun gündüzden kalan pis aydınlığı süpürdüğü taş döşeli dar sokaklarda, acele etmeden, her adımını bir önceki adımından sonra ve bir sonraki adımından önce atarak yürüyordu. Gittikçe şiddetlenen yağmurun kıvamı, karanlığın derinleşmesinin de etkisiyle koyulaşıyor, koyulaşıyor, Şerif Ali’nin zaten yavaş olan yürüyüşünü daha da yavaşlatıyordu. Bir an, Şerif Ali adım atamaz oldu artık, yağmurdan bir duvar kendisiyle dünya arasına çekilmiş, uzayıp gidiyordu. Daha fazla ilerleyemeyen Şerif Ali elini uzatıp sudan duvardaki kolu tuttu, yağmurun içinde bir kapı açtı ve kahvehaneye girdi.
Pas tutmuş yorgun bir ışığın aydınlattığı kahvehaneye gelişi güzel yerleştirilmiş üç beş masaya birkaç insan sureti serpiştirilmişti. Köşedeki masada tek başına oturan adam çoktan bitmiş bir oyunun masaya dağılmış sinek ve maça artıklarını topluyor, arada bir durup bütün oyun boyunca beklediği, bir türlü gelmeyen sinek ikiliye sitemkar bakışlar atıyordu. Camekanın hemen önündeki masada oturmuş bir başkası, eli yanağında, dalgın dalgın kahvehanenin camekandaki yansımasından ziyade dışarıdaki karanlığı izliyor, arada dalgınlığı geçip gerçeğe yaklaştıkça görüntüler karışıyor, camekanın hangi tarafında olduğunu unutup dışarıdaki karanlıktan içeriyi mi, içerideki karanlıktan dışarıyı mı izlediğini kendisi de ayırt edemez oluyordu. Sonra tekrar dalgınlaştıkça görüntüler belirginleşiyor, içeriyle dışarının karanlıklarının birbirlerindeki yansımalarını izlemeye devam ediyordu.
Kahvehanenin girişinde, arkasında büyük bir ayna olan masada oturan ve bir eli her an çalma ihtimali olan telefona vakit kaybetmeden cevap verebilmek ister gibi ahizenin üstünde duran Kamuran, yakın gözlüklerinin üstünden, masanın diğer tarafında sırılsıklam paltosunun içinde dikilmekte olan Şerif Ali’ye, bu orta boylu sıska çocuğa baktı bir süre. Tabii ki, hepimiz birilerine benzeriz ama bu çocuk Kamuran’ın zihnindeki birilerine kendinden daha çok benziyordu. Hani bu benzerlik biraz azalsa, bu her tarafından su damlayan çocuk, Kamuran’ın zihnindeki biriyle neredeyse aynı kişi olacaktı; insanın zaman içinde başka bir şeye olan benzerliğinin azalmasının, kendine olan benzerliğinin ise artmasının alışıldık hikayesi misali.
Kamuran’ın bakışları karşısında kalakalmıştı Şerif Ali; sanki, söze başlamadan önce bütün suyunu bırakmayı bekliyordu. Bir damla yağmur saçından aşağıya, kulağına, oradan boynuna aktı. Gömleğinin içinden omuzuna yaklaşırken birkaç damlayla birleşti, hızlanarak kolundan parmaklarına doğru yol almaya başladı. Şerif Ali’nin yağmur sularının ağırlığından yanına düşmüş kolunun parmak ucuna gelen yağmur damlaları koynundaki gizli bir bıçak yarasından ince ince sızan kan damlaları gibi pıt pıt yere düşüyor, yerde, işaret parmağının hemen hizasında küçük bir gölcük oluşturuyordu. Gölcüğün tam ortasına bir damla kan daha düştü, sazlıklar dalgalandı. Şerif Ali kolunu yavaşça kaldırdı, tam göğüs hizasına getirdiğinde işaret parmağını uzatıp “İşte, beni vuran bu!” der gibi camekandaki kartona eğri büğrü yazılmış “çırak aranıyor” yazısını gösterdi: “Çırak arıyormuşsunuz?”
Kamuran, kahvehaneye Şerif Ali’yle beraber girmiş gibi, camekandaki kartondan, kartondaki yazıdan, yazıdaki çıraktan, hatta kahvehaneden bile haberi yokmuş gibi, yakın gözlüklerinin üstünden soran gözlerle Şerif Ali’ye bakıyordu. Öyle ki, Şerif Ali, Kamuran’ın, böyle uzun uzun yüzüne bakıp da cevabını bulamadığı soruyu merak etti. Yüzünde olduğunu düşündüğü soruyu görebilmek için kafasını kaldırıp Kamuran’ın oturduğu masanın arkasındaki aynaya baktı. Aynanın karşısındaki, Şerif Ali’nin arkasındaki duvarda, muhtemelen aynı büyüklükte, bir ayna daha vardı. Şerif Ali karşısındaki aynanın içinde arkasındaki aynayı görüyordu; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce aynaya dönüşen tek bir ayna; iç içe geçmiş, derinleşerek çoğalan onlarca, yüzlerce Şerif Ali. Baktığı aynadaki Şerif Ali, aynaya bakan Şerif Ali’nin hemen hemen aynısıydı.
Diğer görüntüler aynada derinleştikçe, Şerif Ali de, kendinden başka bir şeye benzeyerek meçhul bir istikbale doğru derinleşiyordu; ilk yansımada üstündeki suların hepsini bırakıyor, siyah paltosu kuruyor, sonra kırmızı şeritli ceplerindeki sarı çay markalarının ve siyah kahve markalarının şıkırdadığı mavi bir önlük giyiyor, bıyığı ince ince terliyor, ilk sigarası yakıyor, pis pis öksürüyordu. Sonraki yansımada şakakları beyazlamaya başlıyor bir ucundan, saçları seyreliyor; bir diğer yansımada derinleşip çoğaldıkça Şerif Ali, uykuları azalıyor, göz altlarında karartılar beliriyor, yalnızlığını vücudunun devamıymış gibi, bir uzvuymuş gibi ustalıkla kullanmaya başlıyor. Bir kat daha derinde köpek dişlerinden birini altın kaplatıp saçlarına briyantin yağ sürüyor. Yüzü acıyla buruşuyor başka bir derinlikte, sağ kulağını fareler kemiriyor, kemirilen kulaktan yüzlerce, binlerce hamam böceği çıkıp dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlıyor, bir kısmı arka taraftaki ocağa, bir kısmı depoya, bir kısmı taşları kırılmış tuvalete kaçıyor, yarası kabuk bağlayan kulağının yokluğu derinleştikçe bir şey olmuyor, sonra biraz daha bir şey olmuyor, sonra aynaların içinde derinlere gidildikçe hiçbir şey olmuyordu. Şerif Ali sessiz sakin bir dehşetle aynaların derinliklerinden dışarı çıkmaya, iki aynanın tam ortasında yoğunlaşarak belirginleşen yansımaya, kendine dönmeye çalışıyordu. Son yansımalardan birine takılınca geri dönemedi, kapıdan girip masanın önünde dikilen ilk Şerif Ali yansımasına: Bütün suyunu bırakmıştı, indirdiği işaret parmağından kan damlamıyordu artık yerdeki küçük gölcüğe. O son aynanın çerçevesinden de Kamuran çıkardı Şerif Ali’yi: “Çırak… Evet, çırak… Bizim ocakçıyı çağırayım ben.” Kamuran dalgındı, kahvehanenin kendisi ve içindeki herkes ve her şey gibi; bu dalgınlık yavaş yavaş Şerif Ali’ye de sirayet ediyordu. Şerif Ali dalgın dalgın, farelerin yediği kulağından yanağına incecik sızan kanı temizlerken mırıldandı: “Evet, ocakçı, çırak, evet…”
Kamuran kafasını çevirmeden ocağa seslendi: “Şerif Ali, çıraklık için gelen bir çocuk var, baksana!” Şerif Ali, masanın önünde dikilmiş, adının ocağa doğru söylenmesinde tuhaf bir yan olduğunu hissediyor ama bu tuhaflığın ne olduğunu tam kavrayamıyordu. Kamuran, hala yakın gözlüklerinin üstünden Şerif Ali’ye bakıyordu; karşısındaki çocuğun bir şeylere benzediği düşüncesinin gergin sesiyle sordu: “Adın ne senin?” Şerif Ali dalgın, hatta neredeyse baştan savma cevapladı: “Kamuran.”
Köşedeki masada tek başına oturan adam, kendi adının söylendiğini duyunca bakışlarını masadaki kartlardan kaldırdı, kahvehaneyi taradı uykusuzluktan kızarmış gözlerle: Kahvehanede her şey aynıydı, yıllardır hiçbir şey değişmiyordu; paslı ışık, girişteki büyük masa, masanın arkasındaki ayna, aynanın karşıdaki duvarda yine bir ayna olarak belirmesi, birkaç masa, etrafa serpiştirilmiş birkaç insan sureti, bazen sinek ikili, bazen maça as kisvesine bürünen ve asla gelmeyen, kim olduğu, ne olduğu unutulmuş ve artık beklenmeyen beklenen, tüm bunları düşünürken köşedeki masada, siyah paltosunun içinde dikilmekte olan şu sıska çocukla konuşurken ise köşedeki masada değil de, girişteki büyük masanın ardına oturan, gittikçe uzaklaştığı dünyayı daha bulanık görebilmek için aldığı yakın gözlüklerinin üstünden bakan kendisi, sanki başka hiçbir şey yapamazmış gibi yıllardır işaret parmağıyla camekandaki kartona eğri büğrü yazılmış “Çırak aranıyor” yazısını gösteren çocuk, her şey aynı yerde, aynı şekilde, aynı hızdaydı. Tekrar masadaki kartlara çevirdi bakışlarını, kartları topladı, karmaya başlamadan önce her biri kartların bir yarısını tutan ellerini iki yana açtı, camekanın kenarındaki masada oturmuş dışarının karanlığında yansıyan kahvehaneyi izleyen adama seslendi: “Şerif Ali, oynuyor muyuz?”
Şerif Ali, camekanın önündeki masada oturmuş, dışarının karanlığıyla aynalaşmış camekandan köşedeki masada tek başına oturan Kamuran’ın elindeki kartları görüyordu. Oynamak istediğinden değil, sadece adaptan, camekanın önündeki masadan kalktı, Kamuran’ın oturduğu masaya yöneldi. Kafasını girişe doğru çevirmeden, yıllardır giriş kapısının yanındaki büyük masada oturan, kahvehaneye ve öteki şeylere yakın gözlüğünün üzerinden bakan adama ezberden bir sipariş verdi: “İki orta söylesene bize Şerif Ali.”
Köpek dişinin altın kaplanmasıyla nihayet bulacak bir çürüme, masanın önünde siyah paltosunun içinde dikilmekte olan Şerif Ali’nin ağzının içinde yavaş yavaş işlemeye başladı. Bu çürümenin gölgeleri Şerif Ali’nin yüzünde dalgalanıyordu. Kamuran, yakın gözlüklerinin üstünden, karşısında, masanın diğer tarafında dikilmekte olan Şerif Ali’nin yüzünde bu gölgelerin yer değiştirmesini izledi bir an, sonra, ancak aşina olanların yakalayabileceği küçücük bir baş hareketiyle
Şerif Ali’ye arka taraftaki ocağı işaret etti: “İki orta, bana da bir sade.” Şerif Ali, adeti olduğu üzere, hiçbir şey demeden, siparişi duyup duymadığını, anlayıp anlamadığını bile belli etmeden arka tarafa yöneldi. Küçücük ejderhalara benzeyen siyah kuyruklu çaydanlıklar, kulpu paçavralara sarılmış emaye cezveler, kum saati olamayacak kadar kalın belli yapıldığı için çay bardağına dönüştürülen şişeler arasında, küçük bir kıyamet gibi kendisini beklemekte olan kendisiyle karşılaşmaya gidiyordu, her adımını bir önceki adımından sonra, bir sonraki adımından önce atan sakin bir yürüyüşle.
Şerif Ali, kendini aynalardaki kaçıncı yansımanın Şerif Ali’sinin yetiştireceğini bilmiyor, bıyıkları yeni terlemişinden köpek dişi altın kaplısına kadar birçok Şerif Ali ihtimalinden birine doğru, ocağa yürüyordu. Kendisinin çırağı olacaktı Şerif Ali. Hangi kendisinin çırağı olacağını ise, kendisinin çırağı olan pek çoğumuz gibi, bilmiyordu. Ocağa yürüyordu; duyup duymadığını, anlayıp anlamadığını kendisinin bile bilmediği siparişler verecekti kendine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder