22 Temmuz 2023 Cumartesi

Geleceğin inşasında sadakat ve bireysel sorumluluk *


Kamusal/toplumsal alanın tasfiye edilmek istendiği, siyasetin önemsizleşip yapıcı dinamiklerinden uzaklaştığı, büyük değişimlerin olabileceğine dair umutların şehirleri terk ettiği günümüzde bir gelecek inşasının zorluğu, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bunların aşılamayacağına dair zehirli bir inanç, aşılması gereken bir ideolojik duvar gibi önümüzde dikiliyor.

Zygmunt Bauman, ‘Siyaset Arayışı’ kitabında, kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanların, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür olmadıklarının altını çizer (1). Böyle bir durumda insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edemezler, ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayıramazlar ve hatta bunlar üzerine düşünmeye bile ihtiyaç duymazlar. İktidarların çok sevdiği bu toplum yapılanması, özel ve kamusal hayat arasındaki köprülerin atılmış ya da hiç inşa edilmemiş olması üzerinden kurulur. Yani, kişisel kaygıları kamusal meselelere tercüme etmenin bir yolunun keşfedilmediği sürece çözümsüz kalacak gibi görünen bir sorundan söz ediyoruz.  

Bireysel özgürlükler ile kamusal hayat arasındaki bu çatışmanın tam ortasında olan biz yurttaşlar farkında olmadan toplumsal alanı tahliye ediyor, bireysel özgürlüklerin bizi kurtaracağı yanılsamasının içinde kendi sığınaklarımızda zamanın geçmesini bekliyoruz. Bireysel olarak bugüne tutunmak ile kolektif alanda etrafımızı çevreleyen kötülükle mücadeleyi nasıl te’lif edeceğiz? Bunun yol ve yöntemlerini aramak ve bulmak zorundayız.

Pierre Bourdieu’nun, geleceğe dair devrimci bir proje tasarlarken bugüne tutunmanın önemine dair ifadesini hatırlayalım: “Tasarı gelecek ise bugüne olan bağlılığın nasıl olacağı en önemli meseledir.”

Herkesin yerini kolayca bir başkasının alabileceği bu belirsizlik ve güvensizlik çağında önemi apaçık olsa da pek az kimse “bugüne tutunmak”la ilgili görünüyor. Tam burada “an’ı yaşamak” ile “bugüne tutunmak” arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamalıyız. “An’ı yaşayan” kişi an’dan sadece alacaklı olduğunu düşünür; onun yarın için taşıdığı potansiyelin içinde mayalanmayı göz ardı eder. Oysa geleceği düşünürken “bugüne tutunan” kişi için ‘an’ bir eylem alanıdır.

İşte sadakat, bu ayrım üzerinde ve kurucu bir gelecek hakkında düşünürken bize yol gösterecek çok önemli bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.

Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadāḳa(t) صداقة  “sadıklık, dostluk” sözcüğünden türetilmiştir. Arapça ṣadaḳa صَدَقَ  “sadık idi, dost idi” fiilinin faˁāla(t) vezninde mastarıdır (2). Türk Dil Kurumu’na göre sadakatin iki anlamı vardır: İçten bağlılık ve sağlam, güçlü dostluk. Kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme anlamını da içerdiği çeşitli sözlüklerde geçmekte. Tanıl Bora sadakati, doğruluk, yürek doğruluğu, erdemli, doğru olmak ve adil olarak nitelerken, kelimenin hak ve erdem anlamlarına da gelebileceğini vurgular (3).

Kelimenin karşılıklarını ve anlamlarını zihnimizin bir yerinde tutarak kurucu bir gelecek inşası için sadakatin neye karşılık gelebileceğini ‘Sadakat Felsefesi’ etrafında incelemek yol açıcı olabilir.

Sadakat Felsefesi’nin kurucularından ve idealist felsefenin önde gelen düşünürlerinden Josiah Royce, hiçbir felsefi konunun kötülük probleminin yanlış ele alınmasından ve yanlış ifade edilmesinden daha cesaret kırıcı olmadığını vurgularken, sadakat odaklı ahlak anlayışını kötülüğün üstesinden gelebilmenin bir yolu olarak önerir; bunu yaparken sorumluluk bilincini öne çıkartarak kötülükle mücadelede kolektif iradenin varlığının önemine dikkat çeker. Royce, kötülüğün insanın kendi özgür iradesinin bir sonucu olduğu şeklindeki görüşe karşı çıkar. Ona göre, bu görüşe itibar edilmesi durumunda herkesin kendi kurtuluşunun peşinde olacağını da kabul etmek gerekecektir. Royce, böyle bir yaklaşımın kolektif irade ve sorumluluğu dışta bırakacağına dikkat çeker (4). Burada kolektif iradenin ve sorumluluğun dışta bırakılmaması vurgusu önemlidir, çünkü kolektif iktidarsızlık tam da buradan neşet etmektedir.

Gelelim Royce’un kötülükle mücadelede sadakat kavramından nasıl yararlandığına…

Royce, öncelikle kesin bir tanımının olmadığını düşündüğü ‘sadakat’ kavramının kısmi ve geçici bir tanımını verir:

 “’Sadakat, bir kişinin bir amaca eylemleri ile içten ve esaslı bir şekilde bağlanmasıdır. Bir insan, ilk olarak onu sadık kılacak bazı amaçlara sahipse, ikinci olarak bu amaca içten ve esaslı bir şekilde bağlıysa ve üçüncü olarak, bağlılığını tutarlı eylemleri ile pratik olarak doğruluyor ve dışarı vuruyorsa sadıktır” (5).

Fikir ve eylem birliğini içeren bu tanım, tasavvuftaki hikmet kavramına yakın duruyor.

Joyce, dayanışma ve sorumluluğun fikir ve eylem birliği içerisinde, sadakatle örülmesini salık verirken, kötülükle mücadele etmenin iyiliği oluşturabilme gücünü ayrıca vurgulamaktadır. Bu yaklaşımda kötülüğün gerçekliğini görmezden gelmek veya yok saymak yerine kötülüğün farkında olmak, onunla mücadele etmek; kötülüğü, iyi olanı gerçekleştirerek bastırmak ön plana çıkmaktadır.

Kötülükle mücadele ve ortak iyiyi çoğaltma çabası, başkaca erdemleri ortaya çıkarması açısından da ayrıca kıymetlidir. Cesaret ve umut gibi büyük erdemlerin en fazla, kötülüğün ve kötülüğe karşı mücadelenin karşı karşıya geldiği zamanlarda ortaya çıkması bundandır. Bugünün zulüm ve kötülüklerine karşı ortaya çıkacak cesaret ve umut bilmeyi, bildiğini hayatla sınamayı, hatırlamayı ve doğal olarak belleği de içinde barındıran yönleriyle kurucu bir gelecek için olmazsa olmaz erdemler olarak öne çıkmaktadır.

Kötülükle mücadelede kolektif bir bilinç ve kolektif bir sorumluluk olmazsa olmazdır. Royce, kötülüğün üstesinden gelmede sadakatin bireysel irade ile sosyal irade arasında uzlaşmaya imkân veren yönüne tam da bundan dolayı dikkat çeker. Bireylerin kötü eylemleri ile insanlığın kötü kaderi arasında kopmaz bir bağ vardır, o nedenle iyi bir gelecek için dayanışmacı bir bakış açısına ve sorumluluk üstlenmeye ihtiyaç vardır. Burada sorumluluk, bireyin kötülüklerden ve olumsuzluklardan dolayı başkalarını suçlamak yerine kendi ödevlerini ciddiye alması, kötüyü iyiye dönüştürebilmek için çaba sarf etmesidir (6).

Royce’un sorumluluk tanımı, bir duygu durumu olarak sadakati eylem sahasına çekmesi anlamında önemli ancak eksiktir.  Andre Compte-Sponville Büyük Erdemler Risalesi kitabında bu eksikliği şöyle tamamlayacaktır: “Sadakat, bellek erdemidir ve erdem olarak belleğin ta kendisidir.” (7)

Belleğin sadakat ile olan bu alışverişi onu önemli erdemlerden biri haline getirmekle kalmaz onu ahlak’ın hemen yanı başına konumlandırır. Sadakat burada artık var olan ve yaşanan kötülüklere karşı durmak için sığınmamız gereken bir kavram biçimine bürünüyor.

Cesaretin insanların kalbinden, zihninden, dilinden ve elinden zorla alınmaya çalışıldığı bir zamandan geçiyoruz. Korkunun evlere, sokaklara, caddelere ve bulvarlara sindiği, insanların kendilerini çaresiz hissetmesi için bütün olanakların seferber edildiği bir zaman bu… Kötülerle ve onlardan neşet eden kötülüklerle mücadele etme cüretimiz ellerimizden alınmış durumda.

Kamusal/toplumsal alanlar tahliye edildi, çünkü insanlar ötekileştirildiğinde ve kendilerini üvey evlat gibi hissettiklerinde susmayı öğrenmeye başladı, öğrenmek kanıksamaya dönüşünce de susmak kemikleşti.

Gelecek, muktedirlerin eliyle ümitsizliğe mahkûm edilmek istendiğinde, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler her gün katlanarak arttığında, yoksulluk insanların kaderi haline geldiğinde, tersanede ya da inşaatta işçi ölümleri bir ekmeğin kaderine yazıldığında, emekçinin, esnafın ve çiftçinin sesi soluğu kesildiğinde, gençlerin ve kadınların sesleri, haykırışları çoğu zaman sessizlik duvarlarıyla örülüp hapsedildiğinde insanların çoğu kör ve sağır olmayı bir erdem olarak hanelere yazmakta hiçbir beis görmedi.

Fakat heyhat, susmanın kemikleştiği yer aynı zamanda kıyametin hissedildiği yerdir ve orada kişisel özgürlüklerin ne garantisi ne de hükmü vardır. O kıyamette kimse kendini açıklamaya, suçlamaya ya da temize çıkarmaya yarayacak bir konfor alanına sahip değildir. Orada sadece kaos vardır ve böyle bir evrede başkalarının kişisel özgürlüklerine duyarlılık göstermeyenlerin kendi özgürlüklerini kurtarmaları ihtimal dahilinde değildir.

İşte biz de şimdi kötülükle mücadelenin ödev ve sorumluluk alanından tahliyesinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını tecrübe ediyoruz. ‘Biz’ çok sesli bir özne ama konuşması gereken alanlarda sessiz. Konuştuğunda da sadece şikâyet dilinden konuşuyor.

Ne yazık ki kötülüğe ve kötülere durmadan küfretmenin rahatlatıcı etkisi altında bugünü kurtardığımız, sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz yanılsamasından kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu çok konforlu alanın terki, aslında kendini zahmetli bir içsel işkenceye yazdırmak demek. Ama kim içsel de olsa işkence görmek ister ki? Acı çekmenin, zahmet görmenin ve hayreti sürekli diri tutmanın ekonomik bir karşılığı yok; bu susmak ve durmak için geçerli bir sebep… ‘Ne kazanacağım günün sonunda?’ sorusu, modern zamanların en çürütücü armağanı değil mi bize?

Bugün hem toplumsal alanda hem bireysel alanda yaşadıklarımıza göz ucuyla da olsa bakalım. Kör ve sağır bir şarkıyı hep bir ağızdan, şehvetle söyleyişimizin hafızamızı ve geçmişimizi nasıl yok ettiğini hissederek, görerek ve en sonunda buna göz yumarak nasıl bir geleceksizlik kurduğumuza dikkat kesilelim. Sadakatini kaybetmek bir masumiyet yitimidir. Masumiyetin yitimi hafızasızlıkla malûldür; bu da bizi bugüne tutunmanın yollarından mahrum bırakır. Değişim tam da bundan dolayı masumiyeti yeniden kazanmak, belleği bir hakikat olarak kabul etmek ve kötülükle mücadelede iyiye sadık kalmaktan geçecektir.

Masumiyetin yitimi ve bu yitimin ‘doğal’ sayılması, insanın kötülüğün iştahına karşı hiçbir savunma aracı üretemediği ölümcül bir kabule karşılık gelir. Bu ölümcül kabulün en büyük zaafı hafızasızlıktır.  Leibniz’in dediği gibi “Şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.” Hafızasızlık dün bugün ve yarın arasındaki dinamik bağları işlevsiz hale getirir. 

Bundan dolayı masumiyetin insandaki karşılığı olan yürek doğruluğunun ve adaletin, daha geniş bir tanımla sadakatin geri kazanılması, insanın takvime, zamana, eyleme dönüşüne, kirli akan kanın tazelenişine karşılık gelir.

Dipnotlar: 

1- Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları.

2- https://www.nisanyansozluk.com/?k=Sadakat&view=annotated

3- Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları.

4- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü – Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. (http://sbe.gantep.edu.tr) 2011 10(1):323 – 350 )

5- Bahtinur Möngö, Josiah Royceun Metafiziği – Erzurum 2014

6- Emel Koç, J. Royceun Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü  

7- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

8- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.

*Bu yazı 21.11.2021 tarihinde ( https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/gelecegin-insasinda-sadakat-ve-bireysel-sorumluluk-75923/ ) yayınlanmıştır. 

7 Temmuz 2023 Cuma

Koşu Bandından Cehenneme: Kiler Üzerine Teyakkuzda Bir Düşünce*

 


 

Edward Said ‘Kış Ruhu’ adlı derlemesinde mecbur olduğunu düşündüğü için her türlü kurumsal rutinden geçtiğini ancak içindeki özel bir yanın bu rutinlere direndiğini söyler. Kendini mevcut durumdan geri çekmesine neden olan şeyin ne olduğunu bilmediğini ama yalnız olduğu ya da hiç kimseyle uyuşamadığı zamanlarda bahsettiği kendine özgü mesafeliliğe şevkle sarıldığını da ekler. (1) Mecburiyet durumuna karşı bir zaruret hali geliştirme ve uzlaşmama meselesi üzerinden kazılan bu siper önemlidir. Verilen kararın bireyselliği menfi anlamlarından arındırılmıştır Said’de. Kararın alınması ama en önemlisi bile isteye bunun bireyin içten gelen itkisinden kaynaklanması gerektiği, bir uyuşmama haline karşı gösterilen  öncelikli tavırlardandır.

Rutine direnme ve zaruret halinin getirdiği meselenin okunduğu kadar çetrefilli  olmadığı, başka bir açıdan bakıldığında; imkan yaratma ve kendini var etme açısından haritanın görünmeyen yüzüne dair bir perspektif  sunduğu açıktır. Verilen kararın içsel bir alışveriş sonucu olması son derece elzemdir. İçsel sürecin netameli boyutlarından geçmemiş, tefekkür ile boyanmamış halde alınan kararların bir yoksunluğa tekabül ettiğini söylemek abartıya kaçmayacaktır. Burada Erich Fromm’un ‘Özgürlükten Kaçış’ adlı kitabında üzerinde durduğu meselenin altını çizmek faydalı olacaktır. Fromm, çoğu kişinin bir dış güç kendilerini açık açık bir şey yapmaya zorlamadıkça, kendi kararlarının kendilerine ait olduğunu ve bir şey istediklerinde, isteyenin kendileri olduğuna inandığını, ama bu inanışın kendimize ilişkin büyük yanılgılardan biri olduğunu dile getirir. Hemen akabinde, aldığımız kararlarımızın çoğunun aslında kendi kararlarımız olmadığını ve dışarıdan bize önerilmiş kararlar olduğunu; başkalarının beklentilerine uygun davrandığımız, soyutlanma korkusuyla, yaşamımıza, özgürlüğümüze ve rahatımıza doğrudan gelebilecek tehditlerin yarattığı korkuyla güdülmüş bulunan bu kararlarda kararı verenin kendimiz olduğu konusunda kendimizi ikna etmeyi başardığımızı ekler. (2)

Thomas Bernhard’ın otobiyografik beşlemesinin ikinci kitabı Kiler bu açıdan hem bütün bir Bernhard külliyatı için giriş hem de zaruret halinin kapımıza bıraktıklarından bir direnme alanı yaratma cesaretine dair anahtar niteliğine sahiptir. Thomas Bernhard, otobiyografik beşlemesinin son cildi olan ‘Çocukanlatısına Voltaire‟den bir alıntıyla başlar: Hiç kimse bulamadı ve hiç bulamayacak.” Voltairein epey soyut kalacak bu alıntısıyla anlatıya başlaması ilk başta dikkat çekmese de Bernhard’ın özellikle otobiyografisini oluşturan diğer kitapları ile birlikte okunduğunda bu alıntının soyut olan hükmü ortadan kalkacaktır.  Zira ‘Çocukla sona eren bütün bir biyografinin terse doğru işleyen yapısı, bütün bir anlatının da ana omurgasını oluşturuyor. 

TERSİNE KAÇIŞ 

Yaşamın bizatihi kendisinin yitirmeye ve eksilmeye teşne olduğu gerçeğinin ayırdına varmış bir ilk çocukluk ile gençlik döneminin  başlarına uzanan bu yolculuğu tersinden anlatmayı seçmiştir Bernhard. Bu seçim bilinçlidir. Yaşadığı, yaşamak zorunda bırakıldığı, tercihlere zorlandığı ve kaçtığı her şeyi kabullenme, fark etme, direnme ve olan biteni tersine çevirme çabası  ile birlikte anlatır Bernhard. Bu çabayı aynı anlatı içerisinde hiç kimsenin bulamadığı ve bulamayacağı’nın ardına düşmesini bir özgürlüğe kaçış olarak okumak gerekir belki de. Ancak tek bir farkla: Tersine bir kaçışla.

Kiler’in alt başlığının “Bir Kaçış” olması bu anlamda manidardır. Bernhard, bu anlatısında önünde uzanan, verili ve dayatılan yolu/yolları reddedişinin hikayesini anlatıyor. Kendisinden çok şey beklenen, geleceği parlak lise öğrencisinden, Kiler’de çalışmaya başlayan kendi gençliğinin hikayesidir bu. Önünde iki yol vardır: Ya tüm arzularına ve hayallerine aykırı bu küçük burjuva eğitim sistemine katlanmaya çalışıp en sonunda intihar edecek ya da tüm beklentileri boşa çıkararak tam ters yöne giderek kendi yolunu bulmaya/yaşamaya çalışacaktır. Bir sabah okula giderken aniden gerisin geriye döner ve seçimini yaparak yoksul mahallesindeki bir bakkalda çıraklık yapmaya başlar. Anlatının hemen başında Erich Fromm’un temas ettiği noktadan hareketle insan için alınacak kararın hayatiliğine vurgu yaparken anlatısının ana çatısını da kurar:

 “Yıllarca her sabah, bana dayatılan bu hayatta bir kırılma yaratmam gerektiğini düşünmüştüm, ama hiçbir zaman bir şey yapabilecek kudreti kendimde bulamamıştım. Uzun yıllar süresince, her defasında kesintisiz bir gerginlikle, hem de isteğim dışında bu yolu yürümeye zorlanmıştım, fakat sonunda bunu ansızın değiştirebilecek gücü kendimde buldum ve geriye dönmeyi başardım. Lakin böyle bir geri dönüş, ancak duygu ve düşüncelerin doruk noktasındayken olur, bu öyle bir andır ki, kişi ya bu geri dönüşü gerçekleştirecektir ya da artık kendini öldürmekten başka çare görmeyecektir; her şeyi göze alabilen insanın hali onun en yoğun ve ölümcül anıdır, tıpkı benim o zamanlar içinde bulunduğum durum gibi. Hayat kurtarıcı böyle bir anda, ya her şeye karşı koymalıyız ya da yok olmayı seçmeliyiz. Ben kendimde her şeye karşı koyma gücünü bulabildim.” (3)

İki seçeneğin varlığını olabildiğince sert bir ayrımla ifade eder Bernhard. Geri dönüş ya da kendini öldürmek. Müdanasız ve kemiksiz. Seçim, durum, kopuş için olgunlaşmış olduğunda, artık insanın elindedir. Bu olgunlaşmayı fark eden ve kendinde her şeye karşı koyma gücünü bulan Bernhard, kulakları sağır eden ve aklın ayarı ile oynayan sistemin ayırdına vardığını söyleyerek “Kendimi öldürmedim, onun yerine çıraklığa başladım. Hayat devam etti” şeklinde bir cümle kurarak içinde bulunduğu arafta kendine yeniden nasıl ruh üflediğinin altını çiziyor.


KENDİ OLMANIN ALDIRMAZLIĞI

Tam burada Kiler’in en vurucu sahnesine geri dönmek gerekiyor belki. Bernhard, ardı ardına tekrar edilen ‘Ters yöne gitmeliyim' cümlesini de yanına alarak iş ve işçi bulma kuruma başvurduğunu, başvuru sırasında ters yöne gitmek istediğini vurgulayacağını söyler. Kurumda çalışan memur kadının baştan beri iyi niyetli olduğunu, kendisinin ise sabit fikirli olduğunu ve kadının yarım saat boyunca akla gelebilecek en iyi imkanları saydığını ve hepsini reddettiğini anlatır. Kadının yarım saatin sonunda Scherzhauser mahallesini sakınarak dile getirdiğini, Bernhard’ın bu adrese istekli olmasına karşılık ürktüğünü, mahallenin ismini dahi duydukça iğrendiğini, ters yön olarak tanımlanan her şeyi aşağılık bulduğunu ve Bernhard’ın kararlılığı ve ciddiyetinin sonunda kadında kendisine karşı aşağılama ve küçümsemeden başka bir şey bırakmadığını anlatır. Cioran, “Aşağılanmayı arzulamadığımız sürece herkes gibiyizdir” diyor. Bernhard da bu paralelde, nerede herkes gibi nerede kendisi olmak istediğinin ayrımını yapmayı kendi idaresi altına alınca, bu aşağılanmayı göğüslemenin, kendi olmanın aldırmazlığıyla mümkün olacağına işaret ediyor diyebiliriz.

Şehrin kusurunu kendine mal ederek yol açar kendine Bernhard. Herkes’in yüz çevirdiğine talip olur. Herkes’leşmeye, yüz çevrilene koşarak karşı durmaya çalışır. Bir anlamda kendimiz tarafından dahi durmadan maruz kalınacak aşağılanmanın önünü keser. Edward Said’in söylemlerine paralel olacak şekilde Kurt Hofmann ile yaptığı söyleşilerin bir yerinde şunu söyler Bernhard: “İnsan herkesin istediğini yapsaydı, her yere gitseydi felaket olurdu. Böylece insan kendi içinde bir şeyler kurmalı, dışardan bir şey gelmiyor ki..” Söyleşinin devamı da önemlidir. Burada her insanın kendi yolu olduğuna ve bu yolun doğru olduğuna inandığını ifade ederken abartıya kaçmadan “Beş milyar insanın karşılığında beş milyar yol”un olduğunu belirtir. (4) Peki, buradaki şansızlık ya da yapılmayan nedir sorusuna verdiği cevap da son derece anlamlıdır: “İnsanların kendi yollarından gitmek istemeyip hep başka yol aramaları.” Kendi olduğundan başka bir şey olma hevesinin bedelini, kendinden olmayan başka şeyler istemenin cehennemi olarak tasvir eder.

Hakikat her halükarda bir mecazdır. Mecaz olması bahanesiyle bütün yollar aslında bir şekilde ona çıkar ve onda hayat bulur. William Randall, “Bir hikayeyi ileriye doğru okur, geriye doğru anlarız” der, Bizi Biz Yapan Hikayeler’de. Hakikate düz ve ileriye doğru giden bir çizgide ve sadece olumlu ya da müspet duygu, düşünce ve eylemlerle erişilebileceği inancı da bir yanılsamadan ibarettir. İnsan, ileriye doğru okuyup geriye doğru anlayabilir, ileriye doğru yaşayıp geriye doğru tekamül edebilir, durduğu yer neresiyse onun tersine de özen ve dikkatini kuşanarak, ardışıklığın yanılgısını kırabilir. Zıtlıkların tamamlayıcı, öğretici ve belirginleştirici taraflarından hareketle, hakikate bütün kabullerin aksine tersine doğru koşarak ve cehennemi bizatihi yaşamak isteyerek de varılabilir mi sorusuna cevap vermek bu aşamada elzem ve hatta hayatidir.

Çabanın en büyük karşılığının kendini aldatmakla kaim olduğunu söyleyen belirlemeler son derece çarpıcıdır. Yazar, haksız da değildir. Zira insanın bütün bir ömrü kendine çelme takmakla, kendini gözü açık bir şekilde aklamakla ve gerçeği eğip bükmekle de anlatılabileceği alternatif bir tarih hep olagelmiştir. Kendini ikna etmeye çalışmak, nereden ve nasıl baktığından başlayarak bu meseleye dair sorulan soruların hakkaniyetine değin uzanan menfi ve müspet anlamların her veçhesinde kendini gösteren bir çaba değil midir zaten?

KİRLENEREK TEMİZLENMEK

Kentin kalbindeki kusura iltica etmek, kirli bir ayıp olduklarını fark eden insanların arasında kendine yol çizmek aslında modern dünyanın atfı ile bir cehennemdir. Kirlenerek temizlenmek, Mevlana’nın ‘iyileşmek için önce hasta olmak gerek’ sözünü hatırlatırcasına anlatıda kendine yer buluyor. Hastalıktan iyileşmeye, tahribattan inşaya, baskıdan özgürlüğe, başkasının kaosundan kendi kaosundaki işleyişe dünyanın cehennemlerine yolculuk yapılan geçitlerden erişme, kusurda zuhur eden yenilenme arayışının çağrısına icabet neden olmasın?

Kaçış, farkında olmakla ve teyakkuz halinde olmakla kaimdir.

''Ne zaman bir yerlere sığınmak istesek, kendimizi acizlik içinde buluyoruz. Kaçanın seçtiği yol, onun haletiruhiyesine uygun düşüyor. Onu hep kaçarken görüyoruz ve neden kaçtığını bilmiyoruz, oysa her şeyden kaçıyormuş gibi görünüyor. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamdan kaçıyor. Kaçıyor çünkü daha ilk andan itibaren onun ne olduğunu biliyor.’' (5)

Başka yollar arama çabası beraberinde bağımlı olmayı da getiriyor. Kendi yolunun dışına çıktığında, yabancısı olduğun yolun sana yabancı gelen azığına muhtaç olmaya başlanması.. Bağımlı olma kendinden feragatle yer yüzünde hiçbir zaman yalnız kalamayacağın bir delilik haline tekabül ediyor. Kendi yolunun içinden geçtiği, bağlandığı ana yollara çıkmak belki de insanın kendisi ile herkes arasındaki tek uzlaşma eylemi olabilir.

“Soğuk” adlı eserinde, bu kaçışa dair beşlemesinde yer verdiği sarmal anlatıları için epigraf niteliğinde bir cümle kuruyor Bernhard: “Hayatımı kendi ellerimin arasına almalıydım. Kendimden beklediğim şey daimi bir teyakkuz haliydi.” Teyakkuzun kelime olarak uykudan uyanma, gözünü açma, gafletten kurtulma, uyanıklık, tetikte olma, dikkatle bekleme gibi anlamları var. Bernhard’da bunun karşılığı; rutinlere, insanı kuşatan dış güçlere ve içteki, değişime karşı cılızlık fısıldayan tuzak tekinlere, hakikatin rotasına koyulan barikatlara, aşağılanmama arzusuna, herkesleşmeye karşı kendinde bir dikkat kararlılığı beklentisini yaşatmak. Bu teyakkuz halinin hangi ilkelerle uyuşup uyuşmadığını düşünmeden bu hali her şeyin üzerinde tutarak, kendi yaşamına kendiliğinin mührünü vuran ve mantık ilkelerine aykırı davranan genç bir adamın söyleyecek ilk sözü elbette bu olmalıydı: ’Öteki insanları ters yöne giderek buldum’

O halde neden koşu bandından cehenneme diye sorulursa, nafile koşu ile gerçek koşu arasındaki eylem ve bilinç farkını, Lewis Carroll’un Alice’i ve Kraliçe arasındaki diyalog ile yol almak ve yerinde saymak üzerinden düşünebiliriz.

Alice etrafına şaşkınlıkla baktı. “Bütün bu süre boyunca aynı ağacın altında olduğumuza nasıl inanayım. Her şey aynı!” “Tabii ki öyle" dedi Kraliçe. “ Ne bekliyordun ki?”

Alice, hâlâ nefes nefese, “çünkü bizim ülkemizde, bizim yaptığımız gibi uzun süre koşarsan genellikle başka bir yere ulaşırsın” dedi. “Yavaş bir ülke!” dedi Kraliçe. “Gördüğün gibi, burada ancak bütün gücünle koşarsan olduğun yerde kalırsan.”

Her şeyin gelişigüzel ve sürekli devinim halinde olduğu yönlendirmesiz ve hedefsiz suni bir çekim gücünden müteşekkil bir dünyada, bozguna uğrayacağını bile isteye, koşu bandından inerek ciğerlerini kaybetme pahasına karşıt yöne yapılan bu koşu kaidenin hüküm sürdüğü yerde istisnaya gelecek inşa etmektir. Anlatının sonuna doğru “Hiç şüphe yok ki er ya da geç, tam orta yerde mahvolacağız” der Bernhard. Mahvolmayı kendi iradesine teslim ederek öncelikle kendisinin başına bir bela olduğunu saklamaz ve sağlıksız gördüğü tüm tahriklerin teyakkuz halini yok etmeye çalıştığını vurgular adeta.

“İnsanlar kendilerini kurtarmak için, çoğu zaman en bariz gerçeklere bile inanmıyorlar. Huzurlarını bozmamak için sorun çıkaranlardan kaçıyorlar. Ömrüm boyunca ben de böyle bir baş belası oldum ve akrabalarımın da dediği gibi her zaman bir baş belası olarak kalacağım. Hatırladığım kadarıyla annem bana baş belası derdi, buna vasim ve kardeşlerim de katılırlardı. Ben yazdığım her cümleyle, aldığım her nefesle hâlâ bir baş belasıyım.” (6)

Dipnotlar:

  1. Edwar Said, Kış Ruhu, Sf:20, Metis Yayınları
  2. Eric Fromm, Özgürlükten Kaçış
  3. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları
  4. Thomas Bernhard ile Konuşmalar, Kurt Hoffman, Sf:53, Yapı Kredi Yayınları
  5. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları
  6. Thomas Bernhard, Kiler ( Bir Kaçış ) , Sel Yayınları


* Bu yazı 02.04.2020 tarihinde gazete duvar sitesinde yayımlanmıştır. ( https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/04/02/kosu-bandindan-cehenneme-kiler-uzerine- teyakkuzda-bir-dusunce )

9 Haziran 2023 Cuma

Şiir Hem Tırnaktır Yaraya Hem Merhem - Birgül Sevinçli*

Yokuş Yola dergisi Genel Yayın Yönetmeni Cihan Ülsen’in şiir kitabı Kendinden Başka Herkes geçtiğimiz yıl mart ayında Edebi Şeyler tarafından yayımlandı. Geçen zamanda gördük ki henüz ilk kitabı olmasına rağmen iyi şiirin takipçisi, seçici bir okur kitlesi var Ülsen’ in.

Şiirden yeni bir dil yaratması beklenir beklenmesine de bu beklentiyi her şairin gerçekleştirebildiğini söylemek pek mümkün olmaz. Ülsen şiirine kendi sesini verebilenlerden. Şairin kendi sözü ile “İlk kitaptır, bakiyedir.”  

Ülsen ile şiirden, edebiyattan, sinemadan, Kendinden Başka Herkes’ ten konuştuk.


Edebiyat dünyasına nasıl girdiniz?

Edebiyat dünyasına girmek ifadesinden çok, Paul Celan’ın söylediği, mesken tutulabilir bir kendimize doğru giden yola girmekten mi bahsetmeli bilemedim. Edebiyat dünyasına girmek deyince bir adım halinde belirmiyorum kendi gözümde çünkü bir şekilde kendimi bu dünyanın içinde hissettim hep. Yine de, bir ürünle bir okura temas etmek olarak bakarsak 2013 yılında İzdiham dergisinde yayımlanan “Biz Eşit Değiliz Sevgilim” şiirimle diyebilirim. Sonrasında birçok dergide, farklı zamanlarda şiirlerim yayımlandı. Şiirlerin yanı sıra deneme yazıları ağırlıklı olmak üzere yazılar da yazdım. İşin okur olmak kısmı ise içinde hissettiğim o kesintisiz sürecin en keyifli tarafı oldu hep.

Yaşar Kemal, “İçinde toplumun olmadığı edebiyatı kabul etmem,” diyor bir röportajında. Edebiyatın ille de şiirin yol göstermek, toplumu bilinçlendirmek gibi bir görevi var mı sizce?

Yaşar Kemal’in toplum ve edebiyat bahsinde söylediklerine -ilk duyuşta- katılıyorum. Ama bu söyleme katılmam kesin bir hakikate tekabül etmiyor. Zira Oscar Wilde’ye olan sadakatime de gölge düşürmek istemem. Ya da “Sanat, sanat için midir, toplum için midir?” meselesinde de boğulmak istemem.

Edebiyata nereden bakarsanız bakın; ister bir güzeli kurtarma çabası olarak isterseniz de toplumsal bir çaba olarak hep aynı kapıya çıktığına inanıyorum.

Birey-toplum ilişkisi birbirine çok geçmiş, birbirini besleyen kavramlar. Toplumcu gerçekçi diye tarif edilen eserlere bakın muhakkak bireye de yönelen bir bakışın olduğunu göreceksiniz. Tersi durumun da mümkün olduğunu söylemeye gerek yok. Burada “bilinçlendirmek” ifadesini alt üst ilişkisinden ziyade yazarı ve okuru aynı kaderde yan yana tutan başka bir açıdan ele almak istiyorum.

Edebiyatı ben daha çok “fark etmek” noktasından tanımlıyorum. Fark etmenin derinliği ile ve özgün bir üslupla ifade edilen her şey insanı ya da toplumu kendiliğinden dönüştürme, geliştirme ve açma gücüne sahiptir. Ama yazar ve şairler elbette ki kendilerince bir tercih yapabilirler ve bu tercihin takdiri de okurlara düşer.

“Şiir, kaybeden kazanıyor oyunudur. Ve gerçek şair, kazanmak için ölünceye dek kaybetmeyi seçer.” diyor J.P. Sartre, siz ne dersiniz?

Kayıpların, kusurların ve eksikliklerin şiiri besleyen bir tarafı olduğu muhakkak. Cennetten düşüş ile başlayan dünya algısı binlerce yıldır insan tanımının ilk köklerine hitap ediyor. Bu yönüyle, haklı elbette. Bununla birlikte, yaşamın şair ve şiir üzerinde özgün bir kimyası var, tanımlar ve duygular durmadan yer değiştiriyor. Belki söz konusu aktarım kazanmak ile ilişikli görünse de şair, kendi tabiatıyla, en hüzünlü aktarım damarını seçer diyerek Sartre’a eşlik edebiliriz burada.

Soru ile beraber Majid Majidi’nin “Cennetin Çocukları” filminin final sahnesi canlandı gözümde. Finaldeki sahnenin aklımıza kazıdığından hareket edersek ( kazanmak/kaybetmek meselesi üzerinden ) hayatın, milyonlarca ihtimalin ve denklemin üzerine kurulu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hangi ihtimal ve denklemin kazanmaya, hangisinin kaybetmeye karşılık geldiğini deneyimleyip görüyor insan. Yine de Sartre gibi böyle büyük bir cümle kurmaktan imtina ederim. Şairin kaybetmek gibi bir yazgısından bahsetmektense kusurundan ve eksiğinden bahsetmek ya da buradan meseleyi yakalamanın daha sahici olduğunu düşünüyorum. Ölünceye dek bir kusurun varlığının farkında olmak, kazanmak ve kaybetmek bahsinden daha önemli geliyor bana.

Şiiriniz okurda kendine nasıl bir yer bulsun istersiniz?

Bir okur olarak bende sevdiğim şiirler, gündelik yaşamımın ve düşünce dünyamın içinde teklifsizce her an kendine hareket alanı buluyorlar ve bu serbest, dinamik, bazen içine çeken bazen dünyaya doğru dalga gibi atan hâli seviyorum. Ama söz konusu olan kendi şiirim ve okuru olunca, önceden var olan bir istekten ziyade sanırım bunun her okura yansıyan farklı etkisine, kişiye özgü dışavurumlarına tanıklık etmek, yaşamla ve okur arasında kurulan bağda bir yerde durduğundan haberdar olmak, bunlar güzel deneyimler ve kesişmeler.

Batı lisanı ile şiir, “yapılan” doğu lisanı ile söylersek “sezilen” bir şeydir. Teknik ile sezginin bu karşılaşmasından meselenin sezgisel tarafında kalmayı tercih ettim hep. Sezgisel olanda farkındalığının daha fazla, bilincin daha sahih olduğunu düşünüyorum. Tam bundan dolayı sanatın ve özelde şiirin var olandan kaçış ve var olanı dönüştürme gibi bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Yazanın kendisinden uzaklaşarak varlığını harekete geçirdiği bir eylemin sesi olarak tarif edecek isek, şiirin, bu sese kulak kabartan bir yerde olmasını isterim. Bu dikkat ve teyakkuz haliyle hemhal olan kaçış ve dönüş dinamiği şairin kendisi için de eseri için de okuyucusu için de dönüştürücü bir etki taşır. Biraz kaçmak, biraz dönüştürmek, biraz varlıktan aşağıya düşmek, varsa biraz da olan bitene tanıklık etmek okurla birlikte varacağımız yer olsun isterim.

Sanat eserleri yaşananlardan bir bellek oluşturuyor. Geriye baktığımızda toplumsal değişim ile şiirin değişimi arasında bir ilişki var mı?

Milan Kundera “Roman Sanatı” adlı kitabında şöyle söyler: “Bir şair için yazmak, ardında ‘hep orada olan’ bir şeyin saklandığı duvarı yıkmaktır.” Kundera’nın bu tanımı kabul edersek şairin görevi ile tarihin işlevinin kesiştiğini söyleyebiliriz. Çünkü tarih de bir şey yaratmaz, o sadece keşfeder ve açığa çıkarır.

Bellek meselesini hem tanıklık hem müdahale kavramları ile birlikte düşünmeyi tercih ederim. Salt tanıklığın bir bellek oluşturabileceğini düşünmüyorum. Birçok meseleye tesir edebilirsiniz, birçok yönünü farklı kılabilirsiniz tanıklıkla. Ancak müdahale kudreti elinden alınmış bir tanıklık bellek oluşturamaz.

Şiir ve toplumlar arasında, büyük ya da küçük ölçekte etkileşimler hep olmuştur. Bazılarında bireysel söylemler geniş kitleleri yönlendirmiş, bazılarında toplumsal söylemler hem toplumda hem bireyde karşılık bulmuş olabilir. Şiir hem çağdaşlarına hem geçmiş kuşaklara hem doğmamış okurlarına açılan çok zamanlı bir sanat dalı olması yönüyle bütün değişimlerin arşivini kendinde saklı tutar. Diğer yanıyla değişim ve dönüşümün kodlarına sahip olduğu gibi, dönemine tesir edememiş şairlerin, akımların, muğlak dönemlerin de yeri vardır. Günümüze bakınca da değişen gündelik yaşam, konuşma kalıplarının, serbest ve özgün çeşitli tarzların dönemimizdeki değişimle bir frekans tutturduğu açık.

Lacan’ın bir sözünü anımsıyorum: “İnsan varlığının yazgısı ötekinin borçlarını silmektir.” Bu borç değişim/dönüşüm ilişkisinde bir bellek borcunu içerir mi? Önemli bir soru olarak hayatımızı işgal etmeli bence. Hiçbir zaman ödenmeyecek bir borcun altına nasıl girer insan, sorusunun zor bir çabaya karşılık geldiğini biliyorum. Yine de öteki uğruna bir konuşma ekonomisi oluşturamazsak yazdıklarımızın sahiciliğini nereye koyacağız? Yine Paul Celan’ın dediği yere geliyorum, sanat eserinin seyri, mesken tutulabilir bir kendine ve başkasına doğrudur. Bütün bir çaba durmadan akan suya bir bellek kazandırma çabasıdır.

Kitabınız, özellikle duygusal anlamda sizi nasıl bir sınava soktu?

Kendinden Başka Herkes’e beni sormak lazım gibi geliyor bana. Ne söyleyeceğini cidden merak ediyorum. Şehadet parmağım su toplamıştı uzun bir zaman. “Kendinden Başka Herkes”i toplanan bu suyun en büyük delili ve emaresi olarak gördüm hep. Farklı zaman dilimlerinde yazdığım şiirlerin hepsini, sıralı halde, bir kitap halinde seyretmenin, o zaman tüneli algısı ile karşıdan bakmanın, bütüne bakmak gibi bir etkisi var. Bununla birlikte, akışa bırakarak izlemenin rahatlığını da zamanla getirdiğini söyleyebilirim. Ürettiğiniz herhangi bir şey sizden başkasına doğru yola çıktığında onu daha geniş perspektiften görebilmenin imkânlarını tadıyorsunuz ve bunun geliştirici bir yönü var.

Size ilham veren yabancı şairler kimler? Bugünkü dünya şiirini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünya şiirinin bendeki algısı tek bir zamanda yazılmış ve bazı büyük şairlerin bazı yol kenarlarını tuttuğu bir evren gibi. Dünya şiirine, antoloji gibi bakmak algısını seviyorum. Farklı ülke ve milletlerden farklı zaman dilimlerinde yükselen seslerin evrensel bir zamanda yazılmışlar gibi satırlardan akmasının başka bir enginlik hissi var. Rilke, Melayê Cizîrî, Rimbaud, Baudleire, Mahmud Derviş, Ciğerxwin, Octavio Paz, Paul Celan, Ehmedê Xanî ve Sohrab Sepehri şiirlerinin şiirden aldığım lezzette ve güçte tesiri büyük.

Dünya şiiri hakkında genel bir değerlendirme yapmak haddim değil. Ancak Kürt şairler dışında diğer şairleri de kendi dilinden okumak isterdim. Bir dilin en kristalize olmuş hâlinin başka bir dilin imkânları içinde sesini ve rengini koruyabileceğine inanmıyorum çünkü. Bu anlamda dünya şiirinden payıma ağırlıklı olarak şiirin çeviri hali düşüyor. Rilke’nin saf ve büyülü üslubunu, Rimbaud’un görkemini, Baudelaire’in sarsıcı kasvetini ana dilin kendi iç imkânlarından uzakta, eksiklik duygusundan bağımsız bir hisle okuduğumu da söyleyemem.

Kaynağını çoğu kez kendiyle hesaplaşmadan alan ironik bir dil ve söyleyiş biçiminin sözcük seçimlerine yerleştiğini görüyoruz bazı şiirlerinizde. Şiirin içeride ve dışarıda, dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz?

Şiirde samimiyet hissi sanırım kendine özel bir etki alanı taşıyor. Katı ve matematiksel bir dönüştürmeyi değil anlatmanın samimiyetini seçtiğinizde bu samimiyet içinde kendiliğinden dönüştürücü bir güce erişiyor olabilir şiir. Bu belki sanatın ve hayatın bütün alanlarına sinen en dönüştürücü güç olabilir. Samimiyet, dil ve üslubun iletkenliğini belirleyen güç.
Kendi ile hesaplaşmadan hareketlenip bir ödeme şeklini alan bir ses yakalamaya çaba gösteriyorum. Bir ödeme şekli olarak güzeli kurtarmak… Lisanın imkânlarını yadsımadan, bir kurtarma telaşı da diyebiliriz buna. Byung Chul Han “acemilik teröründe” yaşadığımızı not düşer. Buna katılıyorum. Ama katılmaktan fazlasını yapmak gerek. Tanıklık ve müdahale kavramları tam da bundan dolayı önemli.

Mahrumiyet çağında, her türlü ontolojik dertleri yok sayarak ömrümüzü tüketiyoruz. Tek zamanlı, tek yönlü, tek kullanımlı portatif hayatların sakinleri olduk hep birlikte. Bunu hem zamanı hem de mekânı kaybetmek olarak da görebiliriz. Bunun sonucu ise hep ihmal ve unutkanlığa saplanıp kalmak oluyor. Nüfus kayıtlarından kaydımız düşmüyor belki ama varlık tahtında silinip yok oluyoruz. Burada Simone Weil’in dediği yerden yani her varlığın başka bir şekilde okunmak için sessizce haykırdığı ve bu haykırışlar karşısında sağır kalınmaması gerektiği yönündeki sözlerinden başlayabiliriz. Sessizce haykırana sağır kalmamak içeride ve dışarıdaki dönüştürücü gücün başlangıç noktası olabilir. Şair, bu kurtarma anında lisanının içinde kalmaya mecbur bir hâlde gerekirse ütopist bir yerden mevzilenmeli diye düşünüyorum. Dönüştürücü gücünü buradan alacak dili ve söyleyişi. Buna yazı kalem burcunda “Cesaret Üretimi” diyebiliriz.

Kitabın kapanışı “Şüphe nedeniyle ölümüne altüst oluşların görkemini bulamazsın mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.” (Huxley’in Cesur Yeni Dünya) alıntısı ile bitiyor. İnsanın aklına herkesin mutlu olduğu tek renk bir dünya mı yoksa acılarla, sevinçlerle yoğurulmuş içindeki her bir bireyin farklı bir renk taşıdığı dünya mı sorusunu getiriyor.

Şüpheye düşmek, insanın kadim daha önce bahsini ettiğimiz cennetten düşüşüne kadar giden, insanı diğer yaratılmışlardan ayıran, çok fazla yoğunluğa gebe bir deneyim. İnsanı bir şeyleri hazır bulmaya değil, onların içinde hazırlanmaya ve yaşam macerasını dip akıntıları ve su üstünü aynı anda tecrübe etmeye sevk ediyor. Elbette ki, çok fazla tuzlu su yutmak da buna dâhil. Ama ancak böyle, bir simülasyonda değil denizde olduğunuzdan emin olabiliyorsunuz. Kendinden Başka Herkes, ilk bölüm ile kurulmaya çalıştığı denklemi ikinci bölümde şüphe ile yeniden bozmaya çalışıyor. Kesin ve tanım yapan şiir ve dizelere yine kendi içinde bir karşı duruş sergiliyor. Bu karşı duruşu önemsiyorum. Herkesin dünyayı kurtaracak, demir betonlar ardına saklı büyülü sözlerinin olduğu bir dönemde, varsa kendine ait olana dahi şerh düşmek gerektiğine inanıyorum. İnsan sınanmadığı yerden cevaplar vermemeli hayata karşı. Aksi durumda hazin bir sonla karşı karşıya gelmemek işten bilen değil. Bana göre geldiğimiz noktada en büyük barbarlık, ‘eylemsiz tanım’ yapmaktır. Çünkü tanım yapıp kendini işin içinden sıyırmak kolay ve korunaklıdır. Çünkü tanım yapmak feragat etmek istemediğiniz yerden başlar kendini dayatmaya ve bu yer sınırlarınızı çizerek kendinizi daha çok öncelemenizi salık verir.

Buraya kadar geldi iseniz kibrin kale muhafızı oldunuz ya da olmak üzeresinizdir. Bu açıdan Adorno’dan mülhem söylenen “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır,” lafı ziyadesiyle suya sabuna dokunan bir söylem. Ben bu kadar sabuna teşne söylemleri ruhun kayması ile eşit görüyorum. Kirlenmenin hatırı ne zamandan beri bu kadar görmezden gelindi, artık hesap edemiyorum.

Bazı cümleler –genellikle aforizmalar- çok afili duruyor yazınca/okuyunca. Toptan bir reddedişle söylemiyorum elbette ama eylemden kopuk her aforizma kendine ziyandır, hayrını gören de olmamıştır. Tefekkürden koparılmış ve eylem yoksunu kalınan her afili cümle, kendi hayat pratiğinizde kör topal kalıyor ne yazık ki.  Böylesi çarpık durumların yaşandığı yerde kendi yönümü bulmak adına şüphe, bir ruh olarak bütün bir kitaba yayılmıştır. Kendine durmadan çeki düzen vermek ve kurduğu her aforizmada kendini tashih etmek hatta çoğu zaman kendini karşısına alma pahasına hem de…

Şiirlerden oluşturduğunuz tanıklık okuruna da hayata düzene parçası olduğu sisteme eleştirel gözle bakarken yaşanan onca acıya rağmen öfke ve hıncı değil umudu taşıyor. Dil ve şiir ilişkisi hakkında ne söylemek istersiniz?

Hınç ve umut yan yana durabilen iki kelime bazen. Zehri akıttığınızda arkasından şifaya da kavuşmanız mümkün. Yaşam bir alma verme dengesinin farklı versiyonları olarak yaşanıyor küçük ölçeklerde. Zıtlıkların arasında toplum ve düzenin çarpık taraflarına öfke duymak, bir umudun, önemsemenin ve kayıtsız kalmamanın göstergesi. Dil ve şiir, sözün imkânlarında, yaşamın tüm imkânlarını dener buna ölüm de diriliş de, hınç da umut da dâhil. İnsanların başına gelebilecek en korkunç şey bellek kaybıdır demiştik. “Sürgüne gönderilmekten daha kötü olan tek şey ise sürülmüş olduğunu unutmak” bahsinde ise hayat bizi gördüğünü ve eli yükselttiğini söylüyor. Bunun sebebi hayata, geçip gidenlere ve yaşananlara karşı takınılan tavırdır. Tavırsızlık deyip işin içinden çıkabilirdim ama bu meseleyi meşrulaştıran bir tavrı da içinde barındırıyor. Bütün bu toplamda hep şunu düşündüm aslında: Ses çıkarılması gereken durumlarda, sessiz kalınmasından daha tahrip edici bir tavır yoktur bu hayatta.

Kayıpların yasını tutabilmek kolay değil elbet, edebiyatın iyileştirici gücüne inanıyor musunuz?

İnanıyorum. Ama ne zaman iyileştireceğine kendisi ve okurun ve yazarın yaşamla kurduğu bağların dinamiği de karar veriyor diyebilirim. Bazen sadece suyun üstünde tutabilen, bazen de aslında istikametinizin dosdoğru olduğunuzu düşündüğünüzde sizi alıp sarsan, alt üst eden bir tarafı da var. Bir de talip olduğunuzun ne olduğu da önemli. Mevlana’nın “İyileşmek için hasta olmak gerek” sözünü hatırdan da düşürmemek gerek. Edebiyat bazen hasta da düşürür ve bunu bile isteye yapar. Hasta düşmek iyileşmenin ön şartıdır. Bunu da göze alarak yarayı ve yaralanmayı dışlayan bu gücü kül halinde kabul etmek gerek.
Kayıpların yasını tutalım ama tuttuğumuz yası zamanı geldiğinde tahliye etmesini de bilelim.

Edebiyat hem yasın nasıl tutulacağını hem de yastan nasıl çıkacağınızı göstermez belki ama buna dair önemli ipuçları verir.

Şiirlerde sarsıcı bir zaman mekân duygusu ile de sarıyorsunuz okuru, sanki bazı kareleri hafızanın derinliklerine çakar gibi. Bu bize görsel sanatlara özellikle sinemaya yakın ilginizin ipuçlarını da veriyor sanki. Şiirlerin bir noktada aklıma Abbas Kiarostami’yi taşıması bir tesadüf mü?

Kendinden Başka Herkes’te sinemaya ve filmlere ilişkin bazı göndermeler mevcut aslında. Meraklı okuru için ekmek kırıntılarından bir oyuna davet aslında. Yokuş Yol’a dergisinin son sayısında yayımlanan “Yanılgı Talimleri” şiirinde bu meselenin benimle ilgili tarafını daha da açık ettim galiba. Şöyle diyor şiir;


“kül saçılırsa perdelere, başa saralım filmi ateşin de çatmasının bir öncesine
ilk inanç, ilk tereddüt, ilk çelişki ve acının insana kırıldığı o ilk kareye”


Görsel sanatlar ve sinema, şiirin projeksiyonla seyredilen hâline karşılık gelebiliyor. Seyir hali, bende çocukluk zamanlarına kadar giden bir hâl. Beş yaşlarımda sokaklarda kaybolmayı, gelip geçeni ve yaşamın akışını izlemeyi severdim. Sinema ile tanışınca sokaklardaki kaldırımlarla sinema koltuğu arasında benzer bir zemin bulmuş olabilirim. Hâlâ da bir çay ocağında taburede oturup dünyayı uzun süre seyretmeyi temel bir ihtiyaç olarak görüyorum. Çünkü bu hareket hâlinde olan her şeyin arasına giren görünmez çarkların sesini dinlemenize izin veriyor.

Abbas Kiarostami sinema derslerinin birinde öğrencilere şöyle bir tembihte bulunmuştu: “Başlangıç olarak her daim olayların kaynağına gidin. Yaşamın kendisine. Olan biteni keşfedin. Sonra ilerleyin.” Yaşamın kendisine ilerlemek olarak tanımladığı yer tam da onun sinemasının anahtarı gibi geliyor bana. Bu anlamda kesiştiğimiz yerin bu olduğu, yaşamın kendisine doğru bir dilin imkânlarını aradığımı söyleyebilirim ben de. Seyir hâlinde bir şiir yazmaya çalışıyorum. Seyrin bazen kesintisiz sürmesinin bazen de anlık kopuşlarla irkilmesinin şiirime yansıması bundan. Tamamlanmamış her dizeyi ya da sonu gelmeyen her şiiri okuyucusuna emanet etmek bu izleyişe aslında bir davet olarak görülmelidir.

“Biz eşit değiliz sevgilim” başlıklı şiirinizde

“Senin için bütün siyasi haritaları yakabilirim

revizyon diyebilirsin buna

ya da ağzına gelen herhangi bir enformel sözcük

sözlüklere bakmak çocukluğumuzdan beri ayıp

ama biz bunun üstesinden geliriz…’’

diyor şair. Tüm kötülüklerden sığındığımız aşk her şeyi temize çekebilir mi? Kurtuluşumuz aşkta mı?

Aşk bahsinde Kierkegaard’ın tarafında kalmayı tercih ederim. “Yalnızca bıçağı çeken İshak’a kavuşur.” demişti. Turgut Uyar belki bir karşılık değil ama hal-i pür melalimizi Veys’te “Her şeyin eskimek olduğu bir kıyıda herkese bir bıçak” diye tarif etmişti. Bıçağı çekmekle siyasi haritaları yakmak aynı kapıya çıkıyor benim nazarımda. Ama bir de nehrin öbür yakasında eskiyen ve bize de sirayet eden bir tükenmişlik var. Aşk tek başına yaşanmayacak kadar bir sürü denklemi içinde barındırıyor artık. Kaynayan tencerelerden sözlüksüz büyüyen çocukların kekemeliğine kadar hem de… Dış güçlerin içteki yoğunluğa karşı büyük bir mücadelesi var. Kavga artık iki kişinin arasındaki bakışlardan fazlasına tekabül ediyor.

O zaman biraz daha rahat yol alabiliriz. Aşk, kurtuluşumuz olmasa da, insanı yeryüzüyle ilişkili tutan, insanın tüm hallerde çekiminin de içine dâhil olduğu bir kimya. Bu kimyanın varlığı değil ama sürekliliği artık büyük bir soru işareti. Soru işaretlerini sevdiğimizi söyleriz ama temas halinde en can yakanın onlar olduğunu da fark ederiz. Aşk, artık soru işaretlerinin tahakkümü altındadır. Ebedi ve ezeli olan, ruhundan sökülüp alınmıştır. Zira ne anın içine dalmak gibi bir gayreti kalmıştır aşkın ne de ulaşmak istediğine dair zor koşullara tahammülü kalmıştır.

Mesele benim tarafımdan net bir şekilde anlaşılsın diye biraz daha abartarak söyleyeyim: Bir aşk güzellemesini yapacak ruhu ıskartaya çıkartalı çok zaman oldu. Kurtuluş ekonomisi cari değil artık. Aşk, asgari ücretten sual edilir olduğunda “en kullanışlı bahanelerle bile sevebilme” durumunu kabul etmemiz gerekiyor.

Bütün bu söylemlerimden aşka toptancı bir bakışla yaklaştığım anlaşılmasın. Kıymeti kelimelerde bırakılmış bir durumdan bahsediyorum. Ernesto Sabato “Direniş” kitabında her şeyi kelimelere yığmanın konforundan bahis açarken galiba tam bu noktaya işaret ediyordu. Eylemden ve hareketten koparmamalı bizi kelimeler. Sözün bir büyüsü var ama eylemin olmadığı bir sözün haysiyetinden de bahsedemeyiz.

Kierkegaard ve Turgut Uyar’ın yanına Ali Şeriati’yi ekleyip durduğum tarafı tam tekmil tarif etmiş olayım. Yalnızlık Sözleri’nde şöyle demişti Şeriati; Aşk, için’siz bir eylemdir. Bu mevzuda ama’lı cümlelere gönül indirmeyeceksek biz bunlarında da üstesinden geliriz.

*Bu röportaj https://arsizsanat.com/siir-hem-tirnaktir-yaraya-hem-merhem/ yayınlanmıştır. 

26 Mayıs 2023 Cuma

Porselen bir endişe: Kendinden Başka Herkes ( Hatice Nisan ) *

Hans Blumenberg 'Endişe Nehri Geçiyor' adlı kitabında, Hyginus’un meşhur fabllarından birinden bahseder. Fablda Cura (Endişe), alegorik bir figürdür; bir nehri geçerken balçıklaşmış toprak görür, ondan bir parça eline alır ve ona bir biçim verir. Biçim verdiği şeklin ne olduğunu düşünürken yanına Jüpiter gelir. Endişe, Jüpiter’den bu şekle bir ruh vermesini ister. Jüpiter, isteği gerçekleştirince bu sefer ona bir de ad vermek ister ve kendi adının verilmesi için ısrar eder. O sırada Tellus (Toprak) ayağa kalkar ve o da kendi adının verilmesini talep eder. Bu tartışmanın içinden çıkamazlar ve Satürn’ün hakemliğine başvururlar. Satürn, Jüpiter’e ona ruh veren olduğu için ölümünde ruhunu alacağını, Tellus’a ona kendinden bir beden verdiği için bedenini geri alacağını, Endişe ’ye ise de ona bu şekli veren olduğu için yaşadığı sürece onun sahibi olacağını söyler.

Hans Blumenberg, insanın yaradılışına ve kökenine dair yorumlanan bu fablın çekirdeğinde -art niyetsiz- eksik bir kısım olduğunun altını çizer. Ona göre, Endişe balçığa kıyı boyunca da rastlayabilirdi ama balçığa yansıyan kendi imgesini görmek için nehirden özellikle geçmiştir. Endişe, balçığa şekil vererek sanatsal arzunun kullanımına dair sembolik bir eylem sergilemiş ve bu eylemle insanın kökenine dair mitosun kalbindeki boşluğu şu yorumla kapatmıştır:

“Endişe insanı icat ettiği için değil, insan onun suretinde ve onun benzeri olarak yapıldığı için ömür boyu insanın sahibi olacaktı.”(1)

Endişe’nin doğurduğu sanatsal arzunun edebiyattaki muhataplarından olan şairler, şiir aracılığıyla "ben" demeye cüret ederek, kendi derinliklerindeki düşünceleri yüzeye çıkarıp onlara bir ruh, biçim ve ad verirler. Endişe çoğalır; şüphe, matem, kavga, öfke, isyan gibi tonlara kavuşarak gündelik hayata sıkışmış insana kendini ifade biçimleri sunar. İnsan, o sıkışmışlığın verdiği fanilerden bir fani olma hissi karşısında, kalıcı bir mesken edinmek istediği için bunu şiire transfer eder. Bazı şairler bunu gündelik hayatın rutin çemberlerini, çelmelerini, kanıksanmış zikzaklı tekrarlarını atlayarak yapar, bazıları ise kayıt düşmek adına gündelik hayatın telaş maskesinin ardındaki gücünü göz ardı etmeden onu da şiire katarlar.

Gündelik hayat, ilk bakışta ebediyeti uyandıran derin ve soyut düşüncenin uzağında dursa da bu düşüncenin yıpranması karşısında bağları yeniden örme ve o düşüncenin çekirdeğindeki yaşantıyı besleme gibi bir gücü elinde tutar. İnsanoğlunun varoluşunu dokumasına yardım eder. Bununla birlikte gündelik hayat, arka planda ikna edilmiş duygu ve düşüncelerin verdiği emniyet hissi ile kolaylaşabilecek bir sistemdir. Hem toplumda hem insanın iç dünyasında türlü muhalifler barınır. Kişi, toplumdaki muhaliflerin taciziyle dış dünyayı yönetemediğinde destek almak için içine yönelir, bunu da yapamadığında tükenir; varoluşun dokuması sökülmeye ve yaşam deseni kaybolmaya başlar. Gündelik hayatın nabzı olan mekânlardan biri olan kalabalık bir caddeden geçerken gözlemlenenler, bize kadar ulaşan tüm öğretilerin bizi ikna eden ve caydıran taze kanını içinde taşır. Bu anlamda şairin bir bulvarda kalabalık akarken söylediği şiir, bir zamanlar bir ozanın nehir kenarında dinginlik içinde söylediği şiirden çaba ve niyet olarak farklı değildir. İkisinde de bellek kazandırma çabası vardır. Doğadan ve lirizmden uzak koşullarda -şiirsel bir gözle bakıldığında hoyrat görünen- doğan şiir ihtiyacı, bu hoyratlığın el koyduğu manzarayı da şiire düşürmek ister. Bu anlamda şair, ağaçları, gökyüzünü, mevsimleri, hâlâ şiirselliğe hizmet eden detayları kayıt altına alırken arkadaki motor seslerini ve uğultuları da kayda alır. Her devirde kayıt altına alma koşulları değişiklik gösterse de, içinde bulunduğu âna doğru “şimdide” genişlemeyi seçen her şair için bu kayıt şekli bir gelenektir.

Şair, geçmiş zamanlardan kendisine doğru uzanan tüm elleri tutar ve kendi avucundaki yaşam belirtisi ile ısıtır. Şiir, insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen noksanlığına karşı bir iç dökmek olduğundan, Lacan’ın tanımını ödünç alırsak, 'şairin yazgısı ötekinin borçlarını silmektir'. (2)

Bu borcu, bir bellek borcu olarak kabul eden şairlerden Cihan Ülsen, 'Kendinden Başka Herkes' adlı şiir kitabında, hiçbir zaman tam ödenemeyecek olan borcun altına giren şairin bu borcu devreden ve kayıt altına alan yönünü ön plana çıkarır. Hyginus’un Endişe karakterinin nehre elini daldırışı ile insana ve şaire taksim edildiği farz edilen miras için kendi adına şu çabayı dile getirir:

"Bütün bir çaba durmadan akan suya bir bellek kazandırma çabasıdır."(3)

Bu cümle üzerine düşünürken, Rudolf Borchardt’ın benzer bir düşünce ile şairin bellek ile olan temasını açıklayan bir sözüne rastladım. 'Kendinden Başka Herkes’e giden merdivenler görünür oldu: "Nasıl ki modern bilim insanları, insanları küçük porsiyonlara ayırıyorsa, nasıl ki binlerce, milyonlarca küçük canlı bizim hepsini kaplayan bir birlik olarak mercan kayalığı dediğimiz şeyi oluşturuyorsa, her şair için de yaşadığı zaman, ait olduğu toplum, hatırlama ile bütüne ilişkin adı konamayan bir sezgi arasında bir basamağa işaret eder ve şair tek başına diğer bütün basamaklara da aynı ölçüde katılır." (4)

'Kendinden Başka Herkes' kitabında, zihin bir iç mekân, çevrede olup bitenler ise dış mekân olarak mesken tutmak adına şiirde yerlerini alır. Şiirin gözü mercek gibi iç mekânla dış mekân arasında hareket halindedir. Şairin zihninde ve çevresinde biriken izlenimler harflere doğru harekete geçer ve hafızanın sinir uçlarını uyandıran bir dünya yaratılmaya başlar.

Birinci Denklem adlı ilk bölümde, iç mekân ve dış mekân şairin “kendisi” ve “öteki” üzerinden kurulup kurulup bozulan bir denklemde yerlerini arayarak ilerler. Çelişkiler, zıtlıklar, bağlamından koparılmış söylemlerin başına buyrukluğu -gündelik alışkanlıkların renkli ambalajlarına bürünüp hedef şaşırtması- tüm bunların farkında olan insanın tek başınalığı ve "ötekilerin" negatif anlamda "herkesleşmesi" hayret, sitem, öfke ve muhakemenin içinden geçer. Kişinin zannettikleri ile şahit oldukları arasındaki boşluk, sosyal bir tıkınma ile çiğnenmeden tüketilmiş görünür. Kitabın ilk şiirinde geçen "İkrar derim hep boşluğa ses verir" mısrası, ikinci bölümün girişindeki "Dünyayı tamamladım suskunun boşluğuna" mısrasının içinden geçer; "Cîwayaz" şiirinde duyulmayan bir haykırışa döner, "Göğüs Boşluğu" şiirindeki üç boşluğu dalgalandırır ve son olarak boşluğun boşlukta çınlamasının hüznü ile kitabın sonunda yer alan Aldous Huxley’in sözüne siner:

"Ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta".

Bu mısranın geçtiği ve kitabın yüzünü zaman nehrine çeviren ilk şiir, ismini Andrey Zvagintsev’in "The Return" (Dönüş) filminden alır. Filmde, yıllar sonra ansızın dönen bir baba ve iki erkek kardeş, babalarına olan yabancılıklarını da yanlarına alıp içeriği hakkında tam olarak fikir sahibi olmadıkları bir yolculuğa çıkarlar. Film boyunca iki kardeş ortaklaşa bir günlük tutar ve bir fotoğraf makinesi ile çekim yaparlar. Bu yolculuk, babaları ile çıkan bir tartışmanın ardından babanın yüksek bir kuleden düşmesi ile trajik bir sona düğümlenir. Çocuklar, çocukluğun kendilerini apar topar terk etmesinin şaşkınlığı ile evlerine dönerken, kadraja giren tüm yolculuk fotoğraflarını sondan başa doğru tersine bir sırayla seyrederiz. Bu filmin ismini ve ruhunu, sevdiklerimizle kurulan ilk bağları şiire alma ve filmdeki fotoğraf kayıtlarına benzer bir sırayla yerleştirme tercihini şair "Yanılgı Talimleri" şiirinde şöyle şerh eder:

"Kül saçılırsa perdelere başa saralım filmi/Ateşin de çatmasından bir öncesine/İlk inanç, ilk tereddüt, ilk çelişki /Ve acının insana kırıldığı o ilk kareye" (5)

Acının insana kırıldığı o ilk kareden başlayan "The Return" şiiri, insanın yaradılış hikâyesindeki düşüşünün dünyada da aynı metafizik kurallarla devam ettiği sıkıca dokunmuş bir keder ağını şiire taşır. "Çocukluğundan olmak denen" bu ani taşınma, bu haşin yer değiştirme ve yer değiştirirken zamanın erken ve geç kelimelerine vurguyu taşıyıp insanı zamansız ve zeminsiz hissettirmesinin kaderle olan kontratını insana hatırlatır:

"Onca sakarlığa adımızı yazdırdık şu elimizde kalan son korkaklık/Düşmek çocukluğundan olmaktır nihayetinde/Geç kalan bir baba gibi eksik/Eski bir pencerede fazlaca anne".

Ve elbette ki bu irtifa kaybında "Düşünce, ikrar her boşluktan faydalanır."

"Şairin ıstırap hazinesi insanlığın mülkü haline gelir" der, Aby Warburg. Şair, bu mülkü biriktirdikleri ile oluştururken, yüzyıllar boyunca süregelen şiirin en koyu tonunu onaylar: "Yalnızca incitmeyi sürdüren şey bellekte kalır." (6)



Kitabın ilk bölümünde; "Biz Eşit Değiliz Sevgilim", "En Güzel Haberler Sizin Olsun", "Siyah Bir Öfke", "Bir Kıyametin Anatomisi", "İşten Görüşme", "Reel Politik", "Roboski: Bir Şiire Giriş İçin Denemeler", "Süreli Yaygın", "Maraz Kokan Denklem" şiirleri ile şairin kendi içinde yaşadığı zamanı ve toplumu şiire kaydettiği ve bu kayıtların içinde "kendini" geçip giden kişi olarak yerleştirdiği bir panoramanın içine doğru çekiliriz.

Okura canlı bir panorama sunmanın bir eleştiri getirmekle olan ilişkisini Gogol’un 'Neva Bulvarı’ndan hatırlarız. Bulvar üzerinden tasvir edilen dünya metaforu, hem göz alıcılığı ile insanı büyüleyen ilk izlenimleri hem de bu afili görüntünün içinde kaldıkça ortaya çıkan sahteliği okura hissettirir. Bulvarda fenerler dışında her şey aldatıcı bir şekilde nefes alır ve anlatıcı bunu fark ettiği andan itibaren bulvardan geçerken yüzünü pardösü ile sıkıca örter. 'Kendinden Başka Herkes' kitabında da "Birinci Denklem" adlı ilk bölümde bize doğru açılan bu iki yüzlü panorama, inanmak ve kanmak arasındaki kafa karışıklığının arasından şiire giren dikkat; fark etmek, dile getirmek, direnmek ve söylemlerine sahip çıkmak üzerinden nefes alır.

Yoksulluk, yoksunluk, ekolojik sorunlar, diyetler, ruh bakraçları, mide fesatları, özel günlerin piyasalara getirdiği canlılıklar, kredi kartları, diplomalar, yapaylıklar, haber bültenleri, ekmek kavgaları, tirajlar, istatistikler, sıkılan yumruklar, kamuoyuna mal olan şeyler, denklem önermeleri karşısında iflas eden matematik, güçten düşen dilbilgisi, yorulmuş sosyal mesajlar, bombalar, reklamların ışıltıları ile ana arterlerden geçerken yüzünü pardösüyle sıkıca örten "tahammül"dür şiiri ayakta tutmak için kalan.

Yalanın türlü yüzleriyle karşımıza çıkan bu panorama, şüphenin de şüphesinin altını çizen münzevi bir bölümün hazırlayıcısı olur: İkinci Şüphe. Kitap, son mısrasında ise panoramanın insanda izdüşümü olarak sürdürdüğü yaşama şekline onu fark etmekle beliren bir çıkış kapısı gösterir:

"Herkes bir başkasının yalanında büyütür kendini".

"Birinci Denklem"in içinden şiir manzarasına karşılık gelen mısralardan birkaçı ile geçerken "İkinci Şüphe" bölümünün tenha sokaklarına doğru yol alabiliriz:

"Bu gündeme aldanırsak ölürüz biz/ Ana haber bültenlerinde 25 karede bir ölüm/ Bilişim çağrısı bir alternatif ölme biçimidir!/ Bir söylence çoğu zaman saf bir çocuk kalbinden fazlasıdır dile geldiği gibi okunur/Ama sen boş ver ağdalı sözlerin ağızda bıraktığı aromayı/ El ele flaş haber olalım , sür manşetten girsin sevdamız /Ölürsek tirajımızdan bilsinler!"

"Dipnot: Merdivenler yoksullar içindir"

"Ukde, tam da bu zamanda evladiyelik/ Üstelik bakiyemi karşılamıyor söylediğim şarkılar"

"Vahim, vehim vahamet: üçlü sıkıştırma"

"Korkmayın: dünyayı ben ancak otuz yaşında tanıdım"

"Mukaddimedir, acele ettiğimiz için bu geç kalmışlık"

"Çünkü merasimsiz bir cenaze alayı/ Sanayi devriminin en büyük armağanıdır"

"Hangi dilbilgisi adını değiştirme cüreti gösterir senin/Hangi meydan öyle darmaduman/Gözlerin kara bir ölüm için gez göz arpacık/ İşte bunu unutma"

"Yemin olsun, menziline varamadan düşen porselen telaşa/ Ve telaşın içindeki yavaşlığa"

"Uçurtma hüznüne boğulan çocukların gözleridir ömrü talana sebep".

Düşüncelerimiz üzerine düşünebiliriz, şüphemizden şüphe duyabiliriz. Bu şüphe, kitabın ilk bölümünde görülen, ışığı ve karanlığı geçirebilen porselen telaşı, münzevi bir alana çeker: Kitabın ikinci bölümüne adını veren "İkinci Şüphe"ye. "İkinci Şüphe" bölümü, gün batımı tasviri ile boşluğu selamlayarak açılır.

"Gün batımına atılmış bir zar gibi dönüyor havada heves/ Alacaklı bir parıltı orada şüphe/ Ne yakacak ne de söndürecek/ Ne dedimse olmadı gücendirdim şimdiki zamanı/ Dünyamı tamamladı suskunun boşluğuna".

Bu bölümde "İki Dar Bir Düz" şiirinde söylediği gibi "hitap çoğaltıyor" şair. İlk bölümdeki gezgin mercek, bu bölümde insanın gözünün kapalı ve açık olması üzerinden bakışın gece ve gündüzü üzerine bir söylence başlatır. "Gözü Açık Matem" şiirindeki mısralar, ikinci bölümün kalan tüm şiirlerinin içinden geçen bir nehir olarak satır aralarında akmayı sürdürür.

"İnsan en çok kendini aklarken gözü açıktır/ Bir yasın en olmadık anlarına tanıklığım hep bundan".

"Bir ağaca yaşlandım/Sonra bir fısıltıyla boşaldı yeryüzü/ Sinir uçlarına yerleştirdiği esnemelerden koca bir hayat yontarken/ İnsan en çok kendinde boğulandır."

"Ölü evini saran gündelik telaşa veriyorum tüm anlattıklarımı/İç dekorasyona ilgi duymak gibi bir şeydi herkesin bildiği bu darbımesel/ Ne kadar dile gelse o kadar eksik bırakan gözü doymaz nasihatler / Affet /İnsan en çok kendine akarken yalnızdır."

Devamında gelen "Kaldığı Yerden", "Yettiği Kadar Dünya", "Kurgu İlmihali", "Duvarda Asılı Kaç Arabesk Şarkı", "Balkondan Sarkan Masumiyet", "İki Dar Bir Düz", "Ciwayaz", "Beni Bir İnsafın Kollarına Bırakın", "Dil Bilgisi Çalışmaları", "Suyun Öte Yakası", "Göğüs Boşluğu" ve "Kendinden Başka Herkes" şiirleri ise insanın bir kurgu ilmihali olan şiirin sayfalarında "ilim" ve "hâl" arasında duran kaidelerde gezinişini kayıt altına alır:

"Ses çıkarmadan da tedirgin olabiliriz"

"Puslu bir bahçeye akışkan kurgular: Ey ahkâm! /Kalbi hizaya çeken yağmurlar meteorolojik bir kırılmadır."

"Sahipsiz rüyalar öksüz tekerlemeler gibidir biraz da"

"Kurgu ilmihallerinin doğurduğu yeni bir tabir"

"Kelimelerin ardında naftalin kokuları kırk yaşına girmeye hazır gibi gürültülü"

"Kuşkunun ritminden kurtulup göğüs kafesinden geçen ima"

"Lehv-i mahfuzdan söz açılınca hep bir başkasının kederi"

"Kim fark etti kalbur bir zamanda ayakkabıların yol kestiğini"

"Ünlemler koyuyoruz kapına: Tanrım ne çok kötü kulların var/ Affettiklerinden hizaya çekiliyor sinemiz"

"Ey şimdi bu şiirde ölmekte olan adam/ Dağınık olan sadece yüzün değildir bu civarda"

"Gayret okuyorum kendime: İnsaf, kendine insaf/ Biz ne zaman kendimiz için kendimizden çalmaya başladık Muzaffer?"

"---Süt dişi çıkmış otuz yaşım, kendinden başka herkes---"

"Bir serçenin göğüs boşluğuna emanet ettiğim dünya/Âh dedemin kalbinden çok uzak artık"

"Karşılıklı iki aksak özne köprüde/ Dile inat, dilden inci, dildeki o sekiş"

"Sana gel devrim yapalım demiyorum ama /Bir çivi olmak iyidir halkların kardeşliğine"

"Dizim hatasından mustarip dünya"

"Bu garip retorik/ Sinemadan çıkarken elde kalan yegâne yoksunluk"

"Söz kapansın/ Perde sükûta boyansın/ Kendinden ötedir herkes/ Herkes bir başkasının yalanında büyütür kendisini"

Sinemadan çıkarken perdede jenerik akmaya başlar ve jenerikle eş zamanlı olarak zihnimizde de bir izlenimler akışı başlar. Benzer bir şekilde "The Return" şiiri ile başlayıp "Kendinden Başka Herkes" şiiri ile tamamlanan bu seyirden sonra "yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe (İnsan tek damla kan ve bin bir endişedir) (7) sözü karşısında Kutsal Kitap’tan bir soru düşer akla:

"İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?" (8)

Şair, "Hatıra Kadar Kalabalık" şiirinde bu soruyu kendi adına şöyle yanıtlıyor:

"Bir sûfi göğsümü açıp bir cümlede iki nehri birleştiriyor
Anlamasalar da kıyısında beklemeye sabır diyorum” (9)

*Bu yazı ( https://www.gazeteduvar.com.tr/porselen-bir-endise-kendinden-baska-herkes-haber-1595465 ) yayınlanmıştır. 

Dipnotlar:

1. Hans Blumenberg, Endişe Nehri Geçiyor, s: 173, Metis Yayınları, Şubat 2014
2. Birgül Sevinçli, Cihan Ülsen ile Röportaj: “Şiir Hem Tırnaktır Yaraya Hem Merhem”, https://arsizsanat.com/siir-hem-tirnaktir-yaraya-hem-merhem/
3. Birgül Sevinçli, Cihan Ülsen ile Röportaj: “Şiir Hem Tırnaktır Yaraya Hem Merhem”, https://arsizsanat.com/siir-hem-tirnaktir-yaraya-hem-merhem/
4. Uwe Fleckner, Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, s: 196, Ocak,2017
5. Yokuş Yol’a Kültür Edebiyat Düşünce Dergisi, s: 12, Ekim 2020
6. Uwe Fleckner, Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, s: 158, Ocak,2017
7. Fars edebiyatının en büyük şairlerinden Sadi Şirazi’nin “İnsan nedir?” sorusuna verdiği yanıt.
8. Kuran’ı Kerim, Kehf Suresi:68.Ayet
9. Buluntu Kutusu Dergisi, s:43, Nisan- Mayıs 2021