9 Aralık 2019 Pazartesi

Kokusuz zamanlarda güzeli kurtarmak - Byung-Chul Han üzerine 'tekrar' bir deneme*

Yıl bin yıl önceki gibi bir yıl
Hiçbir şey bilmiyoruz,
Bilmiyoruz batışı,
Ne yok olmuş kentleri, ne de atların
Ve insanların boğulduğu akıntıyı.
(Thomas Bernhard, Ayın Demiri Altında)



Hans Blumenberg Endişe Nehri Geçiyor kitabında, kandırılmış insanların ortasında kalan idrak sahibi bir insanın yalnızlığını göstermek üzere Arthur Schopenhauer’un bir anlatısını nakleder. Tüm saat kulelerinin yanlış ayarlandığı bir şehirde bu kişinin doğru zamanı gösteren bir saati vardır; hakiki zamanı yalnızca o bilir. Hikayenin vurucu noktası veciz bir soruda gizlidir: “Bir şehirde tüm saat kuleleri yanlış ayarlanmışsa kişinin doğruyu göstermesi neye yarar ki?” (1) Schopenhauer’un bu anlatısının bir benzerine kutsal kitabın Yasin Suresi’nde, “Şehrin en uzak yerinden koşarak gelen adam”ın anlatıldığı ayetlerde rastlarız. Kendilerini hakikate çağırmak için gelen elçilerin sözlerine kulak verilmesini isteyen bir adamın, idraki kapanmış kavmi tarafından öldürülmesine dairdir bu mesel.

Bu iki anlatı, gerçeği tüm açıklığıyla gören bir kişinin, toplulukları hakikatle buluşturmak adına ne ifade ettiği sorusundan daha fazla miktarda, bu davet için muhatap alınanların hidayet kavramıyla nasıl bir ilişki içinde olabileceği sorusunu güçlendiriyor. Bu sorunun en haklı gerekçesi de herkesin hakikatinin meşrebine göre şekil aldığı düşüncesidir. Burada, biz hakikat şehrinin meraklı/meraksız sakinleri için, gözümüzü açan ve körleştiren unsurlar ve kişiler arasında sürüp giden gündelik anlam yaşantımız, varlığımızı yaşatan ve öldüren şeylere göz yumup yummamamıza göre, bizi hakikat şehrinde katil ve maktulun durmadan yer değiştirdiği bir oyuna çekiyor. Bu oyunun tam ortasında, kendisinin hangi safta değerlendirileceğini hesap etmeden, konuşan birileri hep olmuştur. Sayıları az da olsa bu birileri, toplulukların gönüllü bir teslimiyetle katili oldukları bilinçlerinin kurtuluşunu kendilerine rağmen onlara karşı onlar için savunmaktan geri durmamıştırlar. Onların bu direncinin kitlelerin hidayet direnciyle olan etkileşimi, dün olduğu gibi bugün de güzeli kurtarmak isteğinin nabzını tutmaktadır.
Bu anlatılar halkasına sözlerini ekleyebileceğimiz, Güney Koreli düşünür Byung Chul Han, bizi özgür ve diri kılacak olan hakikatin, duymak istemediğimiz hakikatler olduğunu kabul ederek, insanın tüm oralı olmama reflekslerine karşı gardını alarak, kitaplarında insandaki ölü ağırlığın sebepleri üzerine bizi düşünmeye ve bir seçim yapmaya çağırıyor.
‘GERÇEK BÜYÜK KAYBEDİŞE’ GİDEN YOLLAR
Hayat; insanın bilinç ufuklarını eşsiz bir idrak hazzıyla kavrayabileceği yegane evre, kaybedilmeden önce hakikat adına bize sunulmuş en titizlenmemiz gereken imkandır. Hayatın kaybedilmesi ise yaşarken başlayan, insan zihninin ve bedeninin devinimleriyle ‘Gerçek büyük kaybedişe’ giden çok katmanlı yollarla varılan bir sondur. Chul Han, bu imkanın içini tartışıyor kitaplarında. Bunu yaparken de, hayatın ve insan ruhunun görünmez dişlilerinin olduğunu ve bunların bir ahenk, savaş, alışveriş ve öğrenme üzerinden birbirlerine – kah yaralayarak kah uyum içinde- geçmedikçe bu imkanın ziyan edilmiş olacağının altını çiziyor. Altını çizdiği yerlerde özellikle, aynılık ve tekrar arasındaki farkın, yaşamsal ve ölümsel karşılığı olacak kadar büyük olduğunu insana göstermek, cennet ve cehennem tanımlamalarıyla bu karşılığın ruhun ızdırabındaki ya da memnuniyetindeki izdüşümünü şehrin sakinlerine işaret etmektir.
Bu yolda, Chul Han’ın, hayatın ve bilincin dinamizmi için görülmesi gereken aynılık ve tekrarın farkı ile bize işaret ettiği nokta Zygmunt Bauman’ın da işaret ettiği insanın seçimlerine ve özgürlüğünün bilincinde olmasına dair fikirleriyle kesişiyor. Bauman, ilk kırılmanın, ilk hayatın içinde başlayan ölümün, insanın özgür iradesiyle ilişkisinde saklı olduğunu söylüyor. Bu bölümü, yazının girişindeki katil ve maktul tanımlarının insan eylemlerinde durmadan yer değiştirmesini, insanın kendi özgürlüğüyle ilişkisini düşünerek okumak gerekmektedir.
Bauman, insanların bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlarını oluşturduğunu ve boyun eğmenin dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten ziyade, özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünmesinden bahis açar. Bu boyun eğme/riayet etme halinin de son derece esnek standartlara karşı, değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte olabilen, yumuşak bir boyun eğme olduğunu eklemeyi de unutmaz. (2) Bauman, akışkan modern dünyada insanın kendi özgürlüğünden gönüllü bir teslimiyet içinde feragat ettiğini savunurken, Chul-Han kısmi itirazları ile bahsi yükseltiyor. Vazgeçilenin sadece özgürlük olmadığını, hayatı kaybetmekte olduğumuzu (bazı vurgularda hayatı kaybettiğimizi bile söylüyor aslında) beyan ediyor.

‘GERÇEK BÜYÜK KAYBEDİŞE’ GİDEN YOLLAR
Hayat; insanın bilinç ufuklarını eşsiz bir idrak hazzıyla kavrayabileceği yegane evre, kaybedilmeden önce hakikat adına bize sunulmuş en titizlenmemiz gereken imkandır. Hayatın kaybedilmesi ise yaşarken başlayan, insan zihninin ve bedeninin devinimleriyle ‘Gerçek büyük kaybedişe’ giden çok katmanlı yollarla varılan bir sondur. Chul Han, bu imkanın içini tartışıyor kitaplarında. Bunu yaparken de, hayatın ve insan ruhunun görünmez dişlilerinin olduğunu ve bunların bir ahenk, savaş, alışveriş ve öğrenme üzerinden birbirlerine – kah yaralayarak kah uyum içinde- geçmedikçe bu imkanın ziyan edilmiş olacağının altını çiziyor. Altını çizdiği yerlerde özellikle, aynılık ve tekrar arasındaki farkın, yaşamsal ve ölümsel karşılığı olacak kadar büyük olduğunu insana göstermek, cennet ve cehennem tanımlamalarıyla bu karşılığın ruhun ızdırabındaki ya da memnuniyetindeki izdüşümünü şehrin sakinlerine işaret etmektir.
Bu yolda, Chul Han’ın, hayatın ve bilincin dinamizmi için görülmesi gereken aynılık ve tekrarın farkı ile bize işaret ettiği nokta Zygmunt Bauman’ın da işaret ettiği insanın seçimlerine ve özgürlüğünün bilincinde olmasına dair fikirleriyle kesişiyor. Bauman, ilk kırılmanın, ilk hayatın içinde başlayan ölümün, insanın özgür iradesiyle ilişkisinde saklı olduğunu söylüyor. Bu bölümü, yazının girişindeki katil ve maktul tanımlarının insan eylemlerinde durmadan yer değiştirmesini, insanın kendi özgürlüğüyle ilişkisini düşünerek okumak gerekmektedir.
Bauman, insanların bugünlerde, zorlama ve baskıyla değil ikna ve baştan çıkarma yoluyla standartlarını oluşturduğunu ve boyun eğmenin dışarıdan gelen zorlayıcı bir güç nedeniyle gerçekleşiyor gibi görünmekten ziyade, özgür iradenin bir tezahürüymüş gibi görünmesinden bahis açar. Bu boyun eğme/riayet etme halinin de son derece esnek standartlara karşı, değişen durumlara olağanüstü bir şekilde adapte olabilen, yumuşak bir boyun eğme olduğunu eklemeyi de unutmaz. (2) Bauman, akışkan modern dünyada insanın kendi özgürlüğünden gönüllü bir teslimiyet içinde feragat ettiğini savunurken, Chul-Han kısmi itirazları ile bahsi yükseltiyor. Vazgeçilenin sadece özgürlük olmadığını, hayatı kaybetmekte olduğumuzu (bazı vurgularda hayatı kaybettiğimizi bile söylüyor aslında) beyan ediyor.
‘HAYAT MEKANİK BİR İŞLEYİŞE DÖNÜŞÜR’
Hayatı kaybediyoruzdur çünkü hayat verdiğinden fazlasını alamıyordur artık. Bu noktada, bu bozulan ekonominin can damarı, insandaki canlılık gösteren tekrar hareketinin durması ve yerinde sayma seçeneklerinin göz alıcı bir şekilde insanın ataletine hitap etmesi ile dar boğaza girmiştir. Dirilten tekrarların ve tekamülün özsuyu olan hayat; büyüsünü kaybeden, bir mucize göstermeyen, üretmekten çok tüketen, sayısız alternatif dünyaların kurulduğu mekanik işleyişe dönüşmüştür. Hayat elimizden alınmaktadır. Elimizde bir şey kalmadığı için de başta makineler olmak üzere dışsal zorunlulukların boyunduruğu altına girmekteyizdir. Bauman’ın bahsettiği haliyle, bunu gönüllü bir şekilde yaptığımızı söylemeyi de ihmal etmeden.
“Kusura bakmayın ama gerçekler bunlar…” adlı röportajında Chul Han hayat üzerine şunu söyler;
“Zaten hayatın mucizesi budur, aldığından fazlasını üretebilmesidir ve aldığından bambaşka şeyler çıkarabilmesidir. Hayat budur. Hayat Geist demektir. Makinadan farkı budur. Ama her şeyin mekanikleştiği, her şeyin algoritmaların hükmüne girdiği yerde hayat tehlikededir. Ray Kurzweil gibi post-hümanistlerin hayal ettikleri makineleşmiş ölümsüz insan artık insan olamaz. Günün birinde belki teknoloji vasıtasıyla ölümsüzlüğe ulaşacağız, bunun için aynı zamanda hayatı yitireceğiz. Hayat pahasına ölümsüzlüğe ulaşacağız.“(3)
Hayatı yitirme pahasına, ölümsüzlüğe ulaşmak isteyen, bunu murat etmiş, kendinden geçercesine bütün kozlarını ortaya koymuş olan insanın eline geçen nedir? Ya da, bu paha karşısında feragat ettiğine karşılık elinde kalan nedir? Gönüllü bir teslimiyet içine girerken vazgeçtiklerimiz ne söylüyor bizlere? Kıyıda köşede unuttuğumuz ve -hiç olmazsa- gölgelerimize ait onca şey, bizden habersiz hangi kadere teslim olmaktadır?
Sorulara bir cevap bulmak niyetinde değiliz elbet. Herkesin cevabı kendine. Zira herkes, kendi cevabıyla kendi hesabını kendi görecek. Chul-Han tam burada “düşünmek ve tefekkür etmek” ile bu kan götüren meselenin üzerine yürünmesi gerektiğini vurguluyor. Kendi sesinden dinlersek;
“Günümüz zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activa’nın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, ‘çalışan hayvan’ derekesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor.Zaman krizi, vita activa kendi krizinin tam ortasında vita contemplativa’yla tekrar birleştiğinde aşılabilir ancak.”(4)
Hayatı kaybedince zamanı da kaybediyor insan. Tam da bundan olsa gerek hayatı kaybedince zamanın kokusunun insandan firar etmesi ise mecburi ve sarsıcı bir hal olarak işliyor alınlarımıza. Hayatı yaşarken bir taraftan kaybettiğini hissettiğinde anda insan, zaman alıştığı hacminden çıkıyor. Hayatı ve zamanı eşitlediğimizde Chul-Han’ın “Zamanı anlamlı kılan şey aynılığı değil, farklılığıdır” dediği yere gelmiş oluyoruz. Farklılığın olmadığı yerde ise karşımıza “aynılık” kavramı çıkıyor.
Aynılık bir cehennemdir. Aynılığın cehenneminde hakikate yer yoktur. Cehennem tasvirleri aynılık üzerine hikaye edilir. Sürekli devam eden, değişmeyen, değişmedikçe daha çok acı veren olaylar silsilesidir cehennem. Bunu isteyen ateşle, isteyen akıp giden zamana öylece bakakalmakla, isteyen de dolduramadığı can sıkıntısının zalimliği ile resmedebilir. Nihayet gerçek değişmiyor çünkü. Aynılığın hüküm sürdüğü bu cehennemde hayata ve elbette zamana yer yoktur.

‘HAYAT AYNILIĞIN KIYISINA VURMUŞTUR’
Gündelik hayatımızı Harold Ramis’in 1992 yapımı filmi “Groundhog Day” kahramanı üzerinden ve Chul Han’ın anlatmaya çalıştıkları ile resmetmeye çalıştığımızda ilk elden söyleyeceğimiz şu olacaktır: Bütün bir hayat aynılaşmıştır. Bütün günler ve geceler, tavır ve davranışlar, söz ve eylemler aynıdır. Bir güne sıkışan ve sürekli aynı günü yaşayan “Groundhog Day”in kahramanı geldiğimiz bu zaman aralığında kötü bir şaka olmaktan çıkmıştır artık. Her şeyin kopyasının kopyasının kopyası olarak kayda geçen hayatlarımız, bir kurgunun içerisine yerleşmiştir. Epizotlar halinde yaşıyor olmamızın başka bir açıklaması yoktur. Bu açından aynılık, sterildir, korunaklıdır. Şeffaflık ve yorgunluk toplumunun yol işaretçiklerindendir. Hayat bu aynılığın kıyısına vurmuştur.
Olumsuz olanın yani negatifliğin karşısında olan aynılık, güzelden yana değildir. Güzeli aramadığı gibi güzelin yol göstericiliğine de ihtiyaç duymaz. Mekanik yapısı bunu emreder çünkü. Aynılığı bir fiile nakşedeceksek bu sevmek (to love) değil beğenmek (to like) olacaktır ancak. Beğenmek, sertlikten azade edilmiş bir sarsıntıdan yoksunluktur. (5) Bu kadar rağbet görmesi acı vermemesindendir. Aynılık, yapaylıktan doğmuştur. Aynılığın karşıtı ise tekrar ve tecrübedir Chul-Han’a göre. Aynılık olumluluğu, tekrar olumsuzun alanında nefes alır çünkü. Dolayısıyla tekrar, tecrübede hayat bulur. Tekrarın insanın ruhunu ve zihnini sürekli diri tutması bundandır. Tekrar, tecrübe ile yıkanmaktadır en sonunda. Tecrübe ise “kişinin kendisini tehlikeye maruz bırakmak zorunda olduğu bir karşıdan karşıya geçişe benzer.”(6) Martin Heidegger’in deyimiyle pekiştirirsek: Acı ve yaralanma yoksa aynı, alışıldık, adet olan devam eder. Tecrübe (…) özünde acıdır. Tekrar ve tecrübe negatif alanda yer aldığı için belki de bağlayıcı olandır ve sadakatle sürekli bir alış verişi vardır.
Heidegger’in vurgusu önemlidir. Acı ve yaralanma yoksa alışıldık, adet olan devam eder. Aynılığın hükmü hayat üzerine karar vermeye başlar. Tam da bundan dolayı doğal olanda ve doğal zamanda aynılık yoktur, sürekli bir yenilenme vardır. Kendi içinde daimi bir tazelenme olması itibari ile aynılığın karşısındadır tekrar. Geçmişin durmadan gelecekte tazelenmesi bundandır. Tabiat tekrarda zamanı yaşar. İnsan tekrarda tecrübe eder hayatı. Zaman, tekrarın ritmik vurgularında hissettirir kendini. Tabiat, hayat, zaman ve insan tekamülün hamurunda yoğrulmuştur.
Chul-Han önümüzde bir seçim olduğunu söylüyor ve nihayetinde bu seçimin sonucunda nereye varacağımızın da belirleneceğine vurgu yapıyor. Aynılık ya da tekrar… Sözcüklerin yerlerini değiştirsek şu belirlemeyi yapıyor bir anlamda: Hayat krizi, aynılığın kendi krizinin tam ortasında ‘tekrarla’ tekrar birleştiğinde aşılabilir ancak.
Hayatı nasıl tanımladığınız önemlidir elbette. Zira aynı anda hakikati de tanımlıyorsunuz demektir bu. Hakikate giden cesaretin, tüm önleyici tedbirlerin alındığı pohpohlanmış bir iyi hissetme zorunluluğundan değil, hayal kırıklığı hakkı ve yaralanma üzerinden beslendiğine dikkat çekmek gerekiyor. “Bence hayal kırıklığı bir insan hakkıdır ve bu bir şekilde bizim insan olduğumuzu kanıtlar çünkü eğer nefes almıyor olsaydık hayal kırıklığına da uğramazdık” diyen Eduardo Galeano da hayatı tanımlarken aslında hakikati de tanımlamıştır. Hayal kırıklığını bir insan hakkı olarak görmek, aynılığın cehenneminden sıyrılmaktır çünkü.
Negatif olandan ayrılarak uzak durulması gereken yere kendini konumlandırmak meselesini düşünmek gerekebilir burada. Çünkü yara almadan hayatını tamamlamak aynılığın cehenneminde bir ideal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ideal uğruna bütün dikkatimizden feragat da ediyoruz. Aynılığın cehenneminde sunulan konforlardan biri bu.
“… Kişi kendisini yaralanmaya maruz bırakmadan başkasını göremez…Yaralanma olmadan hakikat yoktur; doğruyu almak, yani algılama da yoktur. Aynının cehenneminde hakikat yoktur!..”(7)
Bu nedenle, “düşmek” fiilinin, kelimenin bütün anlamları ile hayatımızdan çıktığını söyleyebiliriz. Düşmediğimiz yerden tanımlıyoruz ve anlamlandırıyoruz kendimizi. Düştüğümüzde yanımızda yöremizde kimsenin olmayacağından tutun da vücudumuzun deformasyonuna kadar birçok açıdan kaygı ve tedirginlik içindeyiz sürekli. Düşmek yaralanmaksa, yaranın olumsuzluğu ya da tekrarının çirkin yüzü kaçınılması gereken olarak hayatımıza giriyor. Aynı kalarak yaralanmanın tüm olumsuz sonuçlarından uzak durulmasını salık verenin karşısında, tekrar tekrar düşmek ve ayağı kalkma cesaretini göstermek… Chul-Han’ın seçim bu dediği yeri de tanımlıyor.

‘GEÇİCİLİK TOPLUMUN AMENTÜSÜDÜR’
İnsan bildiği ve inandığıyla yaşamadığı/yaşayamadığı için hayreti ve gayreti elinden alınmıştır. Hayretten ve gayretten soyunan insan artık sadece geçicidir. Geçicilik, şeffaflık toplumun amentüsüdür. Hayal kurmaktan yoksundur. Bundan dolayı artık büyük ütopyalar devri kapanmıştır. Kendi sanal cennetinde varlığını doyurma telaşı hayatın abecesidir.
Aynı; bir şeyin rengini, kokusunu, tadını, sesini ve pürüzünü, kendi iç zamanını, ritmini kaybetmesidir. Tek tipleşme bir çeşit felçtir. Bu nedenle gelecek böyle bir durumda körlüğe nişan edilmiştir. Bu körlük zamandan yana olmayan aksine tam karşısında mevzilenen bir durumdur. Yarın ve dün artık bir yük olmaktan çıkmıştır. Zamanın adil olması insan lisanında retorik bir sözden fazlası değildir. Bugüne dair yaşanılan uçuculuk gölgeden feragatla sonuçlanmıştır. Sonrasında bakiye hep, dili tutulan lisanlar olmuştur:
“Günümüzde lisan kalmadı – bir lisan yoksulluğu ve şaşkınlığı var. Lisanın dili tutuldu. Bir yanda müthiş bir gürültü var, iletişim gürültüsü, diğer yanda tuhaf bir dilsizlik. Ve bu sükûttan farklı bir şey. Sükût son derece güçlü bir ifade şeklidir. Susmak bir lisandır. Sükût konuşur. Sükût bir lisan olabilir. Ama gürültü lisansızdır. Geriye kalan dilsiz gürültülü iletişim, bu bir problem. Bugün bilgi dahi yok, enformasyon var. Bilgi enformasyondan tamamen farklı bir şeydir. Bilgi ve hakikat bugün kulağa oldukça antika terimler halinde yansır. Bilginin zaman strüktürü de farklı. Geçmiş ve gelecek arasında uzanır. Enformasyonun zamanı ise anlıktır. Bilgi yine tecrübe üzerine kurulur. Bir usta bilgiye tasarruf eder. Günümüzde acemilik teröründe yaşıyoruz.” (8)

‘ÖLÜM DE TEKTİPLEŞİYOR’
Kadim bir gelenekti: Ölen öldüğüyle kalmazdı. Ölenin söyleyecekleri devam ederdi. Fakat, acemilik terörü ve tüm eylemlerimizin (vita activa) ve derin düşünce hayatımızın (vita comtemplativa) ana kumandasını elinde tutan iç ve dış lisanımız üzerinde yapılan nitelik ve nicelik katliamı ile ölen öldüğüyle, kalan ölememişliğiyle kalıyor artık. Ölüm de tektipleşiyor. Tektipleşmemesi için, bıraktığımız yerde hayatın ve zamanın eline bir anlamlı söz devretmiş olmamız gerekirdi. Tamamen biz’den, kendimizden olan bir şey. Lakin, lisan hunharca sakat bırakılınca göçüp giden’in yaşayıp giden’e anlattıklarının, masallarda ve eskilerin hikayelerinde kaldığı kabul ediliyor. Şimdi’nin hazzına ve kuru gürültüsüne hizmet etmeyenler çöp olup gidiveriyor. Kadim gelenekler ve ölüler bundan azade değiller. Hakikat şehri, ölenleri değil ama geride kalanları ile lisansız bir halde -Chul-Han’ın deyimiyle- zombilerle doldurulmuştur artık.
Saat kuleleri hala yanlış. Kimsenin zamanın adaletine güvenmediği aksine akrep ile yelkovanın umarsız takibine takılı kaldığı dönemlerden geçiyoruz. Her şeye rağmen şehrin öbür ucundan koşarak gelen insanlar hala aramızda. Yaralamak ve yaralanmak pahasına, sözün hükümden düşmesine razı gelmeyecek şekilde konuşmaya, uyarmaya, sarsmaya devam ediyorlar. Aynılığın cehennemine gönüllü olarak kendini yazdıranlara, bu yola teşne olanlara, hala duyuyorken kulağı olanlara tekrarın ve tefekkürün burçlarını işaret ediyorlar.
Bu yüzden belki de, hakikat şehrinde, uzun tıkanıklıkların öznesi olduğumuzu yoğun hissettiğim zamanlarda, sürekli ve tekraren “şehrin öbür yakasından koşup gelen adam”ı hatırlarım. Öleceğini bile bile şehir halkına hakikati söyleyen o insanı. Saatlere değil ama zamana inandığını söyleyen Galeano’yu da hatırlarım. Saatlerin aynı, zamanın hep tekrar ettiğini böylesine güzel söylediği için. “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz” diyen Melih Cevdeti’i de es geçmem. Hakikati başka bir yerinden yakalamıştır çünkü. Sonra Chul-Han… Eksiği ile fazlasıyla tüm saat kulelerinin yanlış olduğunu söylemeye cüret ettiği için. Duymamak üzerine hayatını devam ettiren insana, bu kokusuz zamanda güzeli kurtarmanın bir imkanı olabileceğini inatla söylediği için. Birbirlerinden bağımsız, aynı dikkatin ve cesaretin evinden sözün meydanlarına dağılan bu insanların arasından geçerken Dante’nin Cennet, Cehennem ve Araf bölümlerinden oluşan İlahi Komedya’sında arafta kalanlar için sorulabilecek sorudur belki de her şeyin önüne geçen:
“Karanlıklar ırmağı boyunca giderek, öncesiz ve sonrasız zindandan kaçan sizler kimsiniz?”
Kaynaklar
1- Hans Blumenberg, Endişe Nehri Geçiyor, Metis Kitap
2- ZygmunBauman, Akışkan Modernite, Can Yayınları,
3- ZeitWissen, 05/2014, Niels Boeing ve AndreasLiebert “Kusura bakmayın ama gerçekler bunlar…” Chul Han, röportaj, Tercüme: Gökhan Gümüş
4- Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Metis Yayınları
5- Byung Chul Han, Güzeli Kurtarmak, İnsan Yayınları
6- Byung Chul Han, Güzeli Kurtarmak, İnsan Yayınları
7- Kusura bakmayın ama gerçekler bunlar…” Chul Han, röportaj,
8- Kusura bakmayın ama gerçekler bunlar…” Chul Han, röportaj,

*Gazete duvar kitap ekinde yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder