16 Aralık 2014 Salı

yokuş yol'a/3 çıktı:sevemedim kimseyi kardeşlerimi unutacak kadar!

Ne diyorduk, gümbür gümbür gelmiyoruz. 
Gelmediğimizin üçüncüsü ile karşınızdayız. Hazır olduğunda çıkmayı taahhüd eden edebiyat dergisi olmanın ciddiyetini resmi ciddiyetlerden ayıran bir şuurla, katık ettiğimiz ne varsa yolda kalmışlardan edindiğimiz görgüyle karşınızdayız. 
Eksiğimiz hep çoğa sayılır umudu ile yanı başınızdayız. 

Bu sayıda şiirleri ile yanımızda yer aldılar: Mehmet Efe, Dilek Kartal, John Keats, Kawa Nemir, Muhammed Palevî, İbrahim Demir, Hilmi Yavuz, Sedat İpek, Yusuf Ekinci, Feyzi Baran, Bilal Can, Can Küçükoğlu, Bülent Uygar, Cihan Ülsen, İbrahim Halil Baran, Betül Aydın, Mehmet Mim Kurt, Hatice Nisan ve Şahit Altuner ve Ferîd Xan.

Bu sayıya öyküleri ile omuz verenler ise; Ethem Baran, Hares Yalçi, Rabia Boran, Giovanni Papini, Cemal Şakar, Ahmet Sevim, Gülsüm Ekinci, Engin Elman ve Edgar Allan Poe oldular.

Ayhan Geverî bu sayıda “belleğimin sesi radyosu” yazısıyla, hafızaya nakşolan ve cân’an işleyen sesleri, sesi kısılmış bir toplumun içinden geçerek 60’lık boş kasetleri, telsiz ve toros seslerini, bêdeng anlaşanları kalem aldı.

Zıbıl Aydo, Turgut Uyar, Lumiere Kardeşler, Tarkovski, Yılmaz Güney, Bruce Lee ve Murat Uyurkulak’a kadar birçok durakta soluklanan,  kendi kişisel tarihinden bir memleket okuması yaptığı “Parçalı bulut istasyonlar: Diyarbakır tren garı” yazısı ile Murat Özyaşar üçüncü yürüyüşümüzde bizleri yine yalnız bırakmadı. 

Bu sayımızda mini bir Giovanni Papini dosyası var. Önümüzdeki sene MonoKL yayınlarından çıkacak olan Papini’nin “Düşsel Konçerto-2” kitabından Türkçe’de daha önce yayınlanmamış  “Bulutların Fethi” öyküsü ilk defa dergimizin bu sayısında okuyucularıyla buluşacak. Öykü çevirilerine devam eden Muptelayê Hibrê bu sayıda Papini’nin “Kaçan Ayna” öyküsünü Kürtçe’ye çevirdi. Papini’nin bu iki öyküsü ile beraber “Birkleyn Suyu’nu içen Bir Deli: Giovanni Papini” denemesi ile H.Nisan Necipoğlu, “dünyanın orta yerinde yalnızlığını duyumsayan, onulmaz bir biçimde yalnız” bir adam olarak anlattığı Papini’ye farklı bir açıdan bakan yazısıyla yürüyüşümüzde bizleri yalnız bırakmayan bir diğer isim.

Dergimizin bu sayısında son zamanlarda farklı çalışmalarıyla gündemde olan, en son iletişim yayınlarından “Hepsi Diyarbakır: Herkesin Bildiği/Kimsenin Bilmediği” kitabı çıkan, Kürt Müziğinin son dönem önemli temsilcilerinden Mehmet Atlı ile yapılmış önemli bir röportaj ve kendisinin kitabı üzerine Lezgin Akan’ın kaleminden bir değerlendirme yazısı var.

Hilmi Yavuz’un “Doğunun Sonsözü” şiirinin Newzad Dodanij’in kaleminden Zazakî söylenişi, John Keats’ın “Melankoli Üzerine” şiirinin Kawa Nemir Türkçesiyle okunuşu, Mem Jan'ın başlığı Kurmancî bir kelime oyunu olduğu için Türkçe’ye çeviremediğimiz denemesiyle, eksiğiyle fazlasıyla, eğrisiyle doğrusuyla gene arz-ı hal eyledik, güzel olsun…



yokuş yol’a

dergimizi bulabileceğiniz yerler şuracıktadır :
http://yokusyola.wordpress.com/2014/01/20/yokus-yola-cikti/

1 Aralık 2014 Pazartesi

Ursula K. LeGuin : Omelas’ı Bırakıp Gidenler*



Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar’. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı Yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. İleride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu.

Coşkulu! Coşku nasıl anlatılır? Omelas’ın yurttaşları nasıl betimlenebilir?

Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada. Kılıç da, kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem. Keşke sizleri inandırabilsem. Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. Ya da hiçbiri olmayabilir: Fark etmez. O size kalmış. Ben, şenliğe birkaç gün kala tepedeki ve kıyıdaki kasabalardan kalkıp Omelas’a gelenlerin çok hızlı küçük trenlere ve iki katlı tramvaylara bindiğini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem Çiftçiler Pazarı kadar cafcaflı olmasa da aslında kentin en güzel binası olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ama trenleri de olsa Omelas, şu ana kadar bazılarımıza “eh idare eder” dedirtiyor korkarım. Tebessümler, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Öyleyse bir de orji ekleyin bari. Orji işinize yararsa hiç çekinmeyin. Ama güzel çıplak rahip ve rahibelerin, yarı esrik bir halde, önlerine ilk çıkan erkek veya kadınla, sevgiliyle veya yabancıyla çiftleşmeye hazır, kanın derin tanrısallığı ile birleşmeye duydukları arzuyla içinden çıkıverdikleri tapınaklar olmasın. İlk düşündüğüm buydu, ama Omelas’ta tapınaklar olmasın daha iyi. Hiç olmazsa insanlı tapınaklar. Dine evet, din adamlarına hayır. Elbette, çıplak güzeller, kendilerini arzulayanların açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi sunarak dolaşabilirler ortalıkta. Onlar da katılsın geçit alayına. Çiftleşenlerin üzerinde davullar gümbürdesin ve gonglarla arzunun zaferi ilan edilsin (ve yabana atılamayacak bir nokta), bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar herkes tarafından sevilsin ve büyütülsün. Bildiğim bir şey varsa o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı. Ama başka ne olmalı? Başlangıçta uyarıcılar olmamalı diye düşünmüştüm, ama pek sofuca bu. Sevenleri varsa, drooz’un hafif, kalıcı ve kararlı tatlılığı doldurabilir kentin sokaklarım. Drooz zihni ve kasları büyük bir ışık ve parıltıyla kaplar önce, birkaç saat sonra bir düş rehavetiyle ve nihayet, evrenin en gizli sırlarıyla ilgili harika görüntülerle birlikte inanılmaz bir cinsel haz uyandırır; üstelik alışkanlık da yapmaz. Daha mütevazı beğeniler için de bira olabilir sanıyorum. Başka ne, başka ne olabilir coşku kentinde? Zafer duygusu elbette, cesaretin kutlanışı. Ama din adamları olmadan yapabiliyoruz madem, askerler de olmasın. Başarılı katliamlara dayalı coşku haklı bir coşku değil; işimize yaramaz, korkunç, basit. Bir dış düşmana karşı olmaktan değil, tüm insanların ruhundaki en güzel ve en haklı şeylerle, dünyadaki yazın ihtişamıyla birleşmekten doğan sınırsız ve cömert mutluluk: Omelas’ın insanlarının göğüslerini kabartan budur ve kutladıkları zafer de dirimin zaferi. Çoğunun drooz’a gerek duyduğunu da sanmıyorum aslında.

Yürüyüş alaylarının çoğu Yeşil Çayırlara vardı bile. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından nefis bir yemek kokusu geliyor. Küçük çocukların sevimli incecik yüzleri; bir adamın müşfik aksakalına bir pastanın kırıntıları takılmış. Genç erkekler ve kızlar atlarına bindiler ve başlangıç hattında toplanıyorlar. Ufak tefek, şişman ve güleç yüzlü yaşlı bir kadın elindeki sepetten çiçekler dağıtıyor ve uzun boylu genç erkekler ışıl ışıl saçlarına onun çiçeklerini takıyorlar. Dokuz, on yaşlarında bir çocuk kalabalığın dışında oturmuş, kendi başına kaval çalıyor. İnsanlar dinlemek için susuyor ve gülümsüyorlar. Ama onunla konuşmuyorlar. Çünkü çalmayı hiç bırakmaz, onları hiç görmez, koyu renk gözleri şarkının tatlı, incecik büyüsüne dalmıştır.

Bitiriyor ve kavalı tutan ellerini yavaş yavaş indiriyor.

Bu küçük özel sessizlik bir işaret vermiş gibi birden başlangıç çizgisinin yakınındaki bir çadırdan bir boru ötüyor; görkemli, hüzünlü, içe işliyor. Atlar arka ayakları üzerinde şahlanıyor, bazıları kişneyerek karşılık veriyor. Ciddi suratlı genç süvariler atlarının boynunu okşayıp yatıştırmak için fısıldıyorlar onlara: “Sakin ol, sakin ol güzelim, sakin ol umudum…” Başlangıç çizgisinde sıra olmaya başladılar. Yarış pisti boyunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz Şenliği başladı.
İnanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere.

Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: Bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hala orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “İyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. İyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. O kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu.

Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.

Çocuklara, sekiz ile on iki yaşları arasında anlayabilecek duruma geldiklerinde anlatılır ve bu çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla gençlerdir. Ama sık sık yetişkinlerden biri de çocuğu görmeye ya da bir kez daha görmeye gelir. Mesele onlara ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın, bu genç seyirciler gördüklerinden şaşkına döner, sersemleşirler. Aşmış olduklarını sandıkları tiksinti duygusuna kapılırlar. Tüm açıklamalara rağmen öfke, kızgınlık, çaresizlik hissederler. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler. Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu.
Koşullar sert ve kesin; çocuğa güzel bir söz bile söylenemez.

Genç insanlar çocuğu gördükten ve bu korkunç paradoksla yüz yüze geldikten sonra gözyaşları içinde ya da gözyaşsız bir hiddetle eve dönerler çoğu kez. Haftalar veya yıllar boyu düşünebilirler bunun üzerinde. Ama zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki çocuk salıverilse bile özgürlüğünü elde edemez: Sıcaklık ve yiyeceğin vereceği, küçük, belli belirsiz bir zevk, tamam, ama hepsi bu. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum göstermez. Öyle ki onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolacaktır. Gerçekliğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabullenince bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur. Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun varoluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklara böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk, genç süvariler yazın ilk sabahı, tüm güzellikleriyle gün ışığında yarışmaya hazırlanırken o coşkulu müziği yaratamaz.

Şimdi inanıyor musunuz onlara? Daha inanılır oldular değil mi? Ama anlatacağım bir şey daha var ve buna inanmak pek kolay değil.

Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.



*Gülün Günlüğü kitabından

21 Eylül 2014 Pazar

İstisnasız Bütün Sevgililer İçin Siyasete Giriş-H.Gökhan Özgün

Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti. 
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı. 
Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü. 
O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum. 
İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz. 
Küçücük bir sınıf. 
Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar. 
O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş. 
Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir. 
Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor. 
Görünmeye çok alışmış. 
Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor. 
Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi. 
Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor. 
O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış. 
O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına. 
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'. 
Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak. 
İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak. 
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor. 
"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana." 
O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor. 
"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?.. 
Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular. 
Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar. 
Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından' 
memnun, mesut, sırıtıyor. 
Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor. 
O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor. 
Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi. 
Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim. 
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim. 
Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum. 
Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır. 
'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince. 
O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için. 
Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin. 
O gün ben de güldüm sana. Affet beni. 
Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum. 
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar." 
İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşiz bir sevgililer günü hediyesi. 
İki gün rötarla. Hem de bedava.


19 Eylül 2014 Cuma

Hayatta Kalmanın Haysiyeti-Yıldırım Türker

Bana kalırsa Haysiyet, sistemli bir mazoşizm pratiğidir. 
Uyumsuz kalmayı ve durmadan bedel ödemeyi gerektirir. 
Feragat, fedakârlık, vicdan, merhamet gibi, kullanırken insanın yüzünü kızartacak kadar geçkin kavramlarla örülüdür duvarları. Dolayısıyla pek eski suratlı bir şeydir. 
.............. 
Haysiyet, bir mutsuzluk öğretisidir. 
Özgürlük tanımı, kendini yakma özgürlüğünden başlar. 
Ahlâkı, intiharın da toplumsal bir tavır olabileceği tartışmasından geçer. 
William Blake, "Kimileri sonsuz geceye doğar" demişti. Dünyaya Haysiyet nöbeti tutmaya gelenler de zifiri bir karanlığa doğmuş bahtsızlardır. 
Sırtlarındaki kamburla umutsuzca çırpınarak kendilerini iyilik ve güzelliğe beğendirmeye çalışan o zavallılar, mutluluğu, gerçekliğin kırbacı altında inim inim inlemekte arar. Uğruna mücadele ettiği şeyin gerçekleştiğini görmeye asla ömrü yetmeyecek olan haysiyetliler. Istırap kuşları. 
............... 
Teslim olmanın, kalabalığa benzemenin, kalabalığın sıcak itiş kakışı içinde yokoluvermenin, uzlaşmanın, onaylamanın, erimenin, baştan biçimlendirilmeye açık olmanın ılık ikliminde soluklanmak varken ille dışarının ayazında, vicdan kapılarında titreşmek. 
En başta zulmün kol gezdiği yollarda bolca bulunan haysiyet erbabının saldırılarına maruz kalıp, her seferinde göze aldığından çok daha ağır bir bedelle cezalandırılmak. Haysiyet erbabının yazmış olduğu kahramanlık menkıbeleriyle yaralanıp kahramanlık payesine yüz vermeden kendini usul usul tüketmek. 
Haysiyet, seçilmez. Hayatını, her anına her rengine dek seçebileceğine inanan safdillerin işi değildir. Yazgıyla alışverişi vardır. 
Haysiyet yolunda yılmadan ilerleyenler, sofudur. 
En yakası açılmadık özgürlüğü savunurken bile. 
.................. 
Öyleyse, Huzur'a karşı Heves! 
Dünyaya insan olarak gelmiş bulunmanın yüklediği onca ağırlığı bir ömür boyu taşıtacak olan Heves. O uçucu, edepsiz soluk. 
Haysiyeti paylaşmaya açık hiçbir yol birbirine benzemez. Ama Nihilizmin en koyu sayfalarında bile Heves'in kanat çırpışları duyulur. 
Haysiyet, Heves'e tutunmadığında kendi yüreğini yer bitirir. 
.................. 
Benim ahlâkım, tahammülle sınanır. 
Hemen her şey beni umutsuzluğa sürükleyecek kadar üzer. 
Buna rağmen hayatta kalabilmek tahammül ister. 
Tahammül, güzel şeyleri biriktirme sanatıdır. 
Güzel şeyler biriktirmek; ömür boyu rastlanmış güzel şeyleri unutmamak, dahası unutturmamak, savunmak demektir. 
Her şeyin akışı canımı yakıyorsa; 
"Sevgim Acıyor/ Kimi sevsem/ Kim beni sevse" ise; 
kurda kuşa ağaca toprağa insana acımaktan yüreğim paramparçaysa; 
baktığım her şeyde ölümün gölgesini görüyorsam; 
güzel şeylere sarılırım! 
Tahammül edebilmek için. Burada kalıp hiçbir yere gitmemek için. 
Şarabın dildeki buruk sekişini, istiridyenin tadını, domatesin kokusunu hatırlarım. 
Wordsworth'ün, Dickinson'ın, Ece Ayhan'ın, Necatigil'in ve daha nice şairin dizelerini hatırlarım. 
Okşamış olduğum su gibi bir göğsü hatırlarım. Bir omuz başını, bir enseyi hatırlarım, dişlediğim. 
Ihlamur kokusunu, hanımelileri , yaseminleri hatırlarım. 
Apansız yükseliveren kırlangıçların çığlığını, uzaktan gelen bir keman sesini hatırlarım. 
Dağları, dağları, dağları hatırlarım. 
Hevesi, Hazzı bulurum. Bu tarafında kalırım hayatın. 
Her şey daha çok yakar canımı. Canımın acısına bir an olsun alışmam. 
Benim ahlâkım da güzel şeylerin verdiği tahammülle, canımı daha da çok yakan şeylere karşı bağırabilmektir. 
.................. 
"Mutluluk değil. Katiyen mutluluk değil. Zevk! İnsan her zaman en trajik olanı istemeli" demişti Wilde. Evet. Ya mutluluk. Ya da haz. Mutluluk huzurda, alışkanlıkların korunaklı kucağında bekler. Hazsa her şeyi göze alıp derinlere, en derinlere dalmayı; kendi sınırlarını her an yeniden keşfe çıkmayı şart koşar. Dolayısıyla trajik olandır. 
................... 
Bana kalırsa Haysiyet, sistemli bir mazoşizm pratiğidir.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Murat Özyaşar öyküsü : Tuz ya da Kar

Madem gelmiş bulundum, öyleyse döneyim.
Annem annemdi. Alnında ve ellerinde aşiret dövmesinin izi. Annem bana Allah’ı anlatırdı: La ilahe illallah. Türkçe bilmezdi. Utancımdı. Annem gelmesindi veli toplantısına. Öğretmenim onu görmesindi. Kara kavruktu. Altın dişleri vardı. Annem sanki siyahtı. Sınıfımızdaki öğretmen çocuğunun annesine hiç benzemezdi. Sanki ona niçin niçin benzemezdi? Tanrı yorgunken mi yaratmıştı onu, ne! Sanki annem niçin ölmezdi?
Niye geldim ki ben buraya?
 Portakal kabuklarının küçük küçük doğrandığı, incelen boynuma boncuk boncuk, şifa olsun diye takıldığı zamanlardı. Hastaydım. Gövdem parça parçaydı. Annemin adını sayıklayacak yaşa mı gelmiştim, ne! Sonra annem beni alıp okutmaya götürmüştü de. Şeyh, bir mektup nasıl okunursa öyle okumuştu başıma. Et yemem gerekliymiş: ‘‘La havle vela kuvvete illa billah!’’ Oysa benim seneye de giyerim diye alınan pantolonum vardı. Ah, annem annem, tuzak ve fak kurmuştu kar kuşlarına. Daha etliydiler serçelerden. Alnıma isli lekeler çekildi. Solgun vücuduma da gümüş paralar kesildi. Şeyh sonra sonra, üzgün üzgün sözler söylediydi de annem koşup çaput astıydı dallara.
Şimdi kuyulara ayna tutan ben, dilimde biten bu kışla nereye kadar…
Daha ne olsundu! Onun geriye kalan tek erkeğiydim. Ayrılmama sebebiydim. Sarındığım yorganlar buzdu. Ağzımda kızarmış kar kuşu eti. Annemin anlattığı masallar da ısıtmazdı beni. Annem ayı göstererek üzerindeki lekeleri işaret etmişti: Henüz söz vardı, hepsi bir imaydı.
Şimdi kar her yağdığında yüzü kızaran ben, artık mecburum:
Dışarıda kar vardı. Sınıfta yaz!
Anneler büyük harflerle yazılır demişti öğretmen. Annenizin adını, defterinizin en baş sayfasının en baş satırına yazınız demişti sonra.
Öğretilen en büyük harflerle yazmıştım: GÜVERCİN.
Nasıl oldu da oldu. En arka sıradan değil de en ön sıradan: Bir parmak, havada!
– Örtmenim, örtmenim onun annesinin adı güvercin değil, KEVOK’tur. *

                                                                                                                      * Kürtçede “güvercin

                                                                                                                       

30 Haziran 2014 Pazartesi

Herkesin Gündemi Kendine

Oysa yara bantları yaralar iyileşsin diye değil,
gizlensin diye yapılıyormuş.
-Ezgin Kılınç

Herkes kendisine bir ziyan biçmiş, elbiseyi giydirecek ruh arıyor. Memleket toprağından neden sadre şifa seslerin yükselmediği sorusu bir mevzu değildir artık hayatlarımızda. Çıkan ya da çıkabilen sesler ise gürültülerin koynunda can çekişiyor. Her dert, kendi sahibinin mülkünü ateşe veriyor. Herkes, kendi mülkünün telaşında… Herkesin mülkü kendinden menkul…

Aniden ve kabarık bir iştahla bir ikaz düşer lafın arasına: Lütfen kalabalık yapmayınız. Boşlukları dolduracak şekilde arkaya doğru geçelim.  

***

Hangi ağaçtan meyve düşüyorsa onun altında nefes almak, kuru bir ağacı yeniden yeşertmekten evladır diye düşünüyor adam. Yol’u, yol’da kalmıştan daha fazla önemsiyor zira. Çünkü her şey sistematik bir şekilde buna önceliyor zihnine. Bütün bir yolcuğu kendine yük ettiğinin farkında ama bu durumu kamufle etmede pek mahir. Kendine dahi çaktırmıyor mevzuyu. Çıkınına yerleştirdikleri ziyadesi ile mutlu mesut olmasına yetiyor. 

Fazla zahmet bir iş olarak görüyor yaşamayı…   Çünkü toprağı kazımak, onu sulamak, aşı yapmak ağacın köklerine, bir merhamet beslemek kendine, zor... Modern, postmodern, yapısalcı, işlevselci paradigmalara girmeyiniz diyor. Boğmayınız kendinizi, bakmayınız sağa sola. Felsefi ve sosyolojik varyasyonlar iş yaramaz, diyor. Yaşıyoruz işte değil mi?

Can alıcı soruyu sona saklamasını biliyor. Susturuyor hem karşıdakini hem kendini. Bir karşılaşma imkânını daha maziye emanet ediyor. Bir soruyu bütün cevaplara kurban ediyor, tek atımlık bir kurşunla…

Verilen sözler akla düştükçe anlamsız bir iç ses dile gelir. Adam susar çünkü susması icap etmiştir. İç seslerin hayata düştüğü şerhlerde, göğüs kafesine yerleşen bir ağırlık vardır her zaman için. Tarih bile bu kadar temadi etmemiştir kendi içinde. 

***

Yaşadığımız kadar sokulmaya çalışıyoruz hayata. Sesimiz çıkmıyor ama sokulduğumuz kadar da bulanıyoruz bir ağacın köksüzlüğüne. Kendi yarattığımız dünyada biricik sayıyoruz kendimizi. Başka hayatların varlığı konusunda taş çatlatan bir şüphecilik içinde buluyoruz kendimizi. Bir başkasının yarasına dokunmaktansa yaşamayı seçiyoruz. Bütün seçimler, kör bir yazgının ağzı dili oluveriyor.

Tam bu sırada el yordamı ile bir yalnızlık bulup çıkarılır saklandığı yerden. İştahlı ikaz, peşi sıra: Bi ilerlemediniz arkaya doğru, boşlukları dolduralım boşlukları…

İç ses: Keşke boşlukları istenilen manada boş bırakabilsek*

***

Ellerin boşluğu yaranın kendisinde gizli. Ölen her zaman bir beden olmayabilir, metodik bir kırılmaya maruz kalırken ruh. Herkesin gözü komşusunun ölüsünde...

Anladık evet, bir başkasının yarasında gözümüz yok, herkesin gündemi kendine.




*Cem Mumcu, Makber

19 Haziran 2014 Perşembe

Bir Kıyametin Anatomisi



bir kıyametim var, sahibinden satılık
az kullanılmış yeterince steril
doktordan değil ama efkarlanınca yakılan bir iki sigara
bir kıyametim,
bisikletimin patlayan arka lastiği

bir kıyametim var sahibinden satılık
fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde
gevrekliği kendinden menkul, sıcaklığı dedikodudan
kurtuluş garantili, saf kuş tüyünden

bir kıyametim var
verilecek bir hesabım kendime, ekstresi dişlerimi çürüten
acil elden çıkarmam gereken gündüzler ve düşler
daha çok bağış yapmalıyım daha çok sevmeliyim şimdi sizi, yoksa kendimden geçebilirim
sözlüklere girmeyecekse bir tanımım da olabilir
zencilere ve bütün bir asyaya yetecek
korkmayın, dünyayı ben anca otuz yaşımda tanıdım

göle çalınmaz lakin zihne çalınan
akrepte maya’lanmış yelkovanım
bir kıyametim var, benden uzak benden yakın
ayaklarım olsaydı ve kırküç numara ayakkabılarım
iri cüssemin vazettiklerine kapasaydım kulaklarımı takatime ses verebilseydim
vizesi dolmasaydı vatandaşlığımın – ha bir de kredi kartım, harcadıkça bonus kazandıran
şirince bir köy, açsaydı kollarını şefkatle
kurtulurdum belki de göğe yapışkan sözlerden
kurtulurdum bu öksüzlüğümden
anne bile diyebilirdim kırmızı bir pasaporta
tamam kabul, çok safım
tamam kabul, bunu yalnız ben biliyorum

bir kıyametim var satılık
sosyolojik ve psikolojik ve antropolojik tespitlerden arındırılmış
kendine bir hayalin en ön sırasından yer kapmış
büyümemiş, terbiye edilmeye müsait
söz dinleyen istenilen dilde konuşan ana dili olmayan bir kıyamet
ellerinizden dahi öpebilir o kadar uysal ve sevimli


antikor hükmünde kalbe pompalanan bir kıyametim
hem de acil satılık
sizi şair bile yapabilir
aldanırsanız

15 Haziran 2014 Pazar

İmparatorun Haberi - Franz Kafka



Rivayet edilir ki, İmparator sana, tek kişiye, sefil kula, İmparatorun güneşi önünden kaçıp en uzak uzaklığa sığınmış ufacık gölgeye, tek sana bir haber göndermiş ölüm döşeğinden.

Ulağa yatağın yanında diz çökmesini buyurmuş, haberi kulağına fısıldamıştı; haber onun için o kadar önem taşıyormuş ki, ulağın onu kendisine, kulağına bir de yinelemesini buyurmuştu. Söylenenin uygunluğunu kafasını oynatarak doğrulamıştı.

Ve ölümünün bütün seyircileri önünde -bütün engel duvarlar yıktırılmış, geniş ve yüksek, dolanan merdivenin basamaklarına imparatorluğun büyükleri dizilmişlerdi sıra sıra- bütün bunların önünde yola çıkarmıştı ulağı.

Ulak hemen yola koyulmuştu, güçlü, yorulmaz bir adam; kâh bir dirseğini, kâh ötekini öne savurarak kalabalığın içinden kendine yol açıyor, direnmeyle karşılaşınca da göğsündeki güneş simgesini gösteriyordu parmağıyla; epey de kolaylıkla ilerliyordu, başka kimsenin ilerleyemeyeceği kadar.

Ama kalabalık o kadar büyük ki, konutları bitmek bilmiyor. Şöyle genişçe bir açıklık çıksaydı karşısına, nasıl da uçar gelirdi; kısa zamanda işitirdin yumruklarının ulu vuruşlarını kapında.

Ama olmuyor; nasıl da boşuna yoruyor kendini, sarayın salonlarında ileriye atılıyor hep, ama hiç aşamayacak bu salonları; aşsa bile, bir şey başarılmış olmayacak; merdivenlerden aşağıya yol açması gerekecek; açsa bile, bir şey başarılmış olmayacak; avluları bir uçtan öbürüne geçmesi gerekecek; avlulardan sonra da ikinci avluyu çepeçevre kuşatan sarayı; sonra yeniden merdivenler ile avlular; sonra yeniden bir saray; hep böyle, bin yıllar boyu böyle; ve sonunda, en azından nizamiyeden sendeleyip dışarı çıkabilse -ama hiç, hiçbir zaman olmayacak bu- ilk kez başkentin karşısına gelecek, dünyanın ortasına, dünyanın telvelerinin tepeleme yığıldığı yere.
Burada da kimse bir şeye kulak asmaz, hele bir ölüden gelen habere, hiç.


Ama sen, pencerede oturur, düşünü kurarsın bu haberin, akşam çökünce.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Yasanın Önünde (1915), FranzKafka

Yasa’nın önünde bir kapıcı durmaktadır. Taşralı bir adam bu kapıcıya gelerek Yasa’ya kabul edilme ricasında bulunur. Fakat kapıcı şu anda buna izin vermeyeceğini söyler. Adam bunu bir an düşünür daha sonra kabul edilip edilmeyeceğini sorar. “Mümkün” der kapıcı, “fakat şimdi değil”. Kapı, her zamanki gibi açık durduğundan ve kapıcı da kapının bir yanında dikildiğinde, adam da biraz öne eğilerek kapının girişinde pek de aydınlık olmayan içerisini şöyle bir görmeye çalışır. Bunu izleyen kapıcı güler ve şöyle der; “Eğer içeriye girmeyi bu kadar istiyorsan, benim reddime rağmen girmeyi bir dene istersen. Ama şunu bil; ben güçlüyüm ve ben kapıcıların en sonuncusuyum. Her salonun girişinde başka bir kapıcı ile karşılaşacaksın, her birisi bir öncekinden daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı öyle güçlü ki ben bile ona bakmaya dayanamıyorum.” 

Bunlar taşralı adamın beklediği zorluklardı. “Yasa elbette herkesin her zaman erişebileceği bir şey olmalıdır.” 
diye düşünüyordu. Ama şimdi, kürk mantosu içindeki, kocaman sivri burunlu, uzun, ince tatar sakallı kapıcıya baktıkça girme iznini alana kadar beklemenin daha iyi olacağına karar verdi. Kapıcı ona bir tabure verdi ve kapının bir yanına oturttu. Adam orada günlerce, yıllarca  oturdu. Kabul edilmek için bir çok girişimde bulundu ve ısrarcılığıyla kapıcıyı yordu. Kapıcı ara sıra onunla konuşuyor, ona evi ve başka şeyler hakkında 
sorular soruyordu. Ancak bu sorular büyük efendilerin sordukları sorular kadar kayıtsızca sorulmuş sorulardı. Ve konuşmalar hep henüz içeriye girmeyeceği cümlesi ile bitiyordu. Bu yolculuk için yanında pek çok şey getirmiş olan adam, sonunda kapıcıya rüşvet vere vere her şeyini tüketti. Memur her şeyi kabul etti ama hep şunu vurguladı: “Bunu kabul etmemin tek nedeni, acaba yapmadığım bir şey kaldı mı diye düşünmekten 
kurtarmaktır seni.” 

Bu yıllar boyunca adam dikkatini neredeyse sürekli bir biçimde  kapıcı üstünde yoğunlaştırdı. Diğer kapıcıları unuttu, ve bu ilki ona yasaya erişim yolundaki engel gibi görmeye başladı. Kötü talihine lanet etti; ilk yıllarda yüksek sesle ağzına geleni söylüyordu, daha sonra yaşlandıkça yalnızca kendi kendine homurdanır oldu. Gitgide çocuklaştı; kapıcıyı uzun yıllardır temaşa ettiğinden ve kürk yakasının üstündeki pireleri dahi artık çok iyi tanıdığından, kapıcının fikrini değiştirmek için kendisine yardım etsinler diye pirelere bile yalvarmaya başladı. Gözleri zayıfladı, artık uzağı pek görmemeye başladı. Dünyanın gerçekten karanlık mı olduğu yoksa gözlerinin mi kendisini aldattığını bilmez oldu. Ama içinde bulunduğu karanlıkta, yasanın kapısından söndürülemez bir ışığın sızmakta olduğunun farkına varmıştı. Pek fazla zamanı kalmamıştı artık. Tam ölmeden önce bu uzun yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler kafasında tek bir noktada, şu ana kadar kapıcıya sormamış olduğu bir soruda birleşti. Elini sallayarak kapıcıya gelmesini işaret etti, çünkü artık kaskatı kesilmiş olan 
vücudunu kaldıramamaktaydı. Kapıcı ona doğru eğilmek zorunda kaldı, çünkü  aralarındaki boy farkı taşralı adamın aleyhine oldukça değişmişti. “Şimdi ne istiyorsun?” diye sordu kapıcı, “ne kadar tatmin olmaz adamsın.” “Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor.” dedi adam, “peki nasıl oluyor da bunca yıldır buraya benden başka, Yasa’ya kabul edilmek talebiyle gelen olmadı?” Kapıcı adamın hayatının sonuna geldiğini anlamıştı , 
adamın iyice zayıflamış olan kulaklarını işitebilmesi için iyice yaklaşarak haykırdı: “Senden başka kimse kabul edilemezdi bu kapıdan, çünkü bu kapı yalnızca senin için yapılmıştı. Artık şimdi kapatacağım onu.” 

10 Haziran 2014 Salı

Geçiştirilen Hayatlar Üzerine

Yavaşlık ile anımsama,
hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır.
Milan Kundera, Yavaşlık

“Hareketsiz durduğumuz an kokuşmaya başlarız”
sözü en büyük yanılsamalardan biridir
Erich Drımm, Umut devrimi


Bir mesele var ortada. Gün gibi. Orta yerde duruyor. Edecek kelam çok ama yaşanan onca zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve dahi cümle ziyan hali bir “hatra” karşılık gelmiyor. Ama bir “haltı” ziyadesi ile karşılıyor. Hatırın karşısına halt yemeyi koyunca evet, denklem yerli yerine oturuyor.

Bir mesele var orta yerde. Ölüm var. Kan var. Tencere ile terbiye edilmiş hayatlar var. Bomba var. Ölüm var. Utanma ile bağdaş kurmuş baba var. Anne var. Yoksulluk var. Ölüm var…! Var, orta yerde duruyor. Ecza kudretinde değil ama. Kahretsin diye ciğerlerimizi, orta yerde bir “var” var. Saydıkça eksilen, eksildikçe rahatlatan, rahatlattıkça unutulan bir “var” var.

Saydıkça ezber tazelendiği düşünülenler,  tüketilenlere karşılık geliyor aslında... Önce ölümleri, sonra bitire bitire kendi benliğini… Tüketmekten hâsıl olan bir baş dönmesi bu… En çok tüketmek deyince kanın akması gibi... Kan, en çok ölümleri unuttukça kendini biliyor. Mesela şimdi Soma dense,  kaç gün oldu, diye saymaya kalkışsa biri, kendimizden utanırız, değil mi? Ya da ölümleri bölgelere ayırsak ve roboskî desek, bir bölücü daha kazanmış olur muyuz halt yememizde? Unutmadığımız için mesela,  bir kara parçasında hain ilan edilir miyiz?

Ortada bir mesele… Var tadında…


Sözü eğip bükmeden kabul edelim, hayata hangi inançtan, ideolojiden ya da felsefeden bakarsak bakalım söylenen sözler aynı’laştı. Farkımız kalmadı birbirimizden. Aynı unutulmuşluğun çocukları oluverdik.  Çünkü hakikat peşinde koşarken, hakikati parçalayacak bilgi ve görgülerle donandık. Sloganlardan başlayarak ta kederimize kadar “bir” olduk. Farklılığımızın bir nimet olduğunu unuttuk ve doğal olmaktan çıktık. Tam da burada unutmak, bir fiil olmaktan çıkıp hayatın kendisi olunca, her şey, geçiştirilecek kıvama geldi.

Hatırlamak, hatır, hafıza, anı kelimeleri Arapça “anlamak” kökünden türer.  Buradan bakınca hatırlamak, bir anlamda “farkında olmak” demektir. “Var olmak” ve “yeniden dirilmek” de ayrıca. Bunun karşılığında unutmak, yok saymak ve umursamamaktır. Hatırlamak ve unutmak arasında yapılan tercih, hayat karşısında nerede mevzilendiğinizi açık eder. Yani aslında bu tercih, en ideolojik tercihtir. Bütün bir hayatı yapacağınız bu seçim belirler. Öyleyse unuttukça geçiştirmek, geçiştirdikçe tüketmek kader değil bir tercihtir ancak.

Memlekette yaşanan bütün ölümler, geçiştirilen hayatlar üzerinden unutturuluyor. Çağın vurgusu duraksamamak ve hız üzerine olunca, unutmanın alışkanlık haline geldiği bu uysal kucakta geçiştirmeye devam ediyoruz bütün ölümleri.  Bunca ölümün ve vebalin orta yerde sahipsiz kalmasının başka bir şekilde açıklamak zor kanaatimce…  

Mesele, orta yerde öylece var. Durmak yok ama. Aynı hızla unutmaya devam. Yaşanılacak bir yaşam var. Yaşanılacak bir ölüm yok. Tüm boşluklar etkin ve yetkin bir şekilde doldurulacak. Ama ölümle değil. Ölüm, yavaşlatır insanı. Yavaşlık, hatırlamayı akla düşürür. Unutmak var unutmak. Unuttukça, çip zamanlarınız.

Herkes, duyduğu kadar duymazlıktan geliyor.  Yıkandıkça geçmeyen günahlarımızın karşılığı bu…  Mesele orta yerde öylece dururken utanmaya hacet, kendimize hayret etmeye fırsatımız da olmuyor.  

Yani ki “hatırlamak” bahsinde bahisler çoktan kapandı!





3 Haziran 2014 Salı

yokuş yol'a ikinci sayı çıktı

Diyarbekir’den Yokuş Yol’a İkinci Adım

İsmini Turgut Uyar’ın aynı adlı şiirinden alan, Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inananların kanadığı coğrafyadan çıkan Yokuş Yol’a dergisi, ikinci sayıda Giovanni Papini’den sert bir soru ile okuyucusunu selamlıyor: Kim kurtaracak beni düşleyenimden?

Yokuş Yol’un ikinci adımına şiirle omuz verenler; Mehmet Efe, Ahmed Bedlek, Banu Özbek, Betül Aydın, Bilal Can, Can Küçükoğlu, Cihan Ülsen, Devran Aramgah, Feyzi Baran,  Fırat Bozkurt, Muhammed Palewi,  Necati Sümer, Şahin Altuner ve Yusuf Ekinci oldular.

İkinci sayıdaki öyküleri ise Hares Yalçi, Muharrem Samanlı, Rabia Boran, Reha Ruhavioğlu ve Uğur Nazlıcan kaleme aldılar.

Bilal Medeni, kemik ve kelime peşinde bir manaperestin ruh halini irdelediği "Anlyu auKdt eeaiHdnm, tingsiteetnW" yazısı ile; Sabiha Ünlü, hayata balkondan bakan denemesi ile, Ayşe Yalçın, "muhatap alınmak ve almakla başlıyor insanın tarihi" diyerek kurduğu ilk Kürtçe cümleden çoğalttığı hitapları ile dergimizin bu sayısında yerlerini aldılar.

Tüm tasarımlar bir miktar ütopya ile temas halindedir, diyen Süveyda Deniz "Selülitli Kentler Tasarım Kadınlar" yazısı ile bizleri bu sayıda da yalnız bırakmazken, ilk sayımızda Kürtçe öyküsü ile elimizden tutan Adnan Fırat bu sayıda Hegel ve Danto'nun "son"u üzerinden mukayeseli bir sanat tarihi felsefesi okuması yapıyor. "Sular altında bir şimdiki zaman: Mrs. Dalloway'de Virginia Woolf" yazısı ile H.Nisan Necipoğlu, yürüyüşümüze eşlik eden bir diğer isim.

Muptelayê Hibrê William Faulkner'ın “Emily için bir gül" öyküsünü İngilizce’den, Hatice Kılıç Fûrûxî Ferûxzad’ın “Tenhatiya Heyvê” şiirini Farsça’dan, Ayhan Geverî Sıtkı Baba’nın “Zülfü Kaküllerin” ve  Mehemed Emîn Hêvîdar Hayriye Ünal’ın “Ademin Kızlarından Biri” şiirini Türkçe’den Kürtçeye Yokuş Yol’a için çevirdiler.

Kürt öykücülüğünün önemli isimlerinden Wezîrê Nadirî’nin 1935 yılında Ermenistan’da yayınlanan “Nûbar” kitabında yer alan ve Kiril alfabesi ile yazılmış olan “Çaxirbegê da” öyküsünü M. Emin Hêvîdar Yokuş Yol’a için Latin harflerle transkıribe etti.

Ayhan Geverî,  Kürt şair Hêmin Mehabadî’nin “Nalley Cudayî” şiiri üzerine bir okuma denemesine giriştiği yazısı, hem şairini tanıma açısında hem de Kürt şiiri üzerine önemli tespitler içeriyor.

Ali Yaşar, 15 Mayıs 1932 yılında yayınlanmaya başlayan Hawar dergisi ve dergiyi çıkaran Celadet Ali Bedirxan üzerinden Kürt dergiciliği üzerine kıymetli yazısı ile bu sayımızda yürüyüşümüze eşlik eden bir diğer isim.

İkinci sayıda Abdullah Çelik, "Bölünmüş Benlik Ve Travmanın Dili" isimli yazısında Kürt şair Mehmet Said Aydın şiiri üzerinden “Türkçe yazan Kürt şairler” ve bu şairlerin şiir anlayışını irdelerken, Feyza Yapıcı “bir başkaldırı imkanı olarak İran Sineması” üzerine bir sinema okuması yapıyor…

Çıkmaya hazır olduğunda çıkmayı vadeden dergi Yokuş Yol’a çıktı, siz de hazırsanız başlayalım…

Yol’da kalmak ümidiyle…

Sıkça sorulan “Yokuş Yol’a nerede bulunur?” sorusunun cevabı şuracıktadır: http://bit.ly/1hlso67

23 Mayıs 2014 Cuma

yokuş yol'a-2 çıkıyor...


göz ağrımız yokuş yol'a, ikinci sayısı ile "merhaba" demeye hazırlanıyor.

selamını g. papini'nin "kim kurtaracak beni düşleyenimden" sorusu ile veren yokuş yol'a bu sayıda şiirleri, öyküleri ve incelemeleri ile güzel ve yakışıklı bir sayı oldu. 




20 Mayıs 2014 Salı

Şahê Dengbêjan : Dengêj Şakiro

Şakiro , Kürtler arasında en tanınmış ve en çok beğenilen Dengbejlerin başında gelmektedir.Onu bu kadar değerli kılan bir diğer önemli nokta ise Serhad Dengbêjlik geleneğinin son temsilcisi olmasıdır.

Asıl ismi "Şakir Deniz" olan fakat albümlerinde Şakiro ismini kullanan değerli sanatçı, aslen Agirî - Panos / Ağrı Patnos'lu olup küçük yaşta Erzîrom  - Qereyazî / Erzurum - Karayazı ilçesine göç etmiştir

1983'e yani İzmire göç edene kadar burada yaşamıştır. Sanatçı Dengbêj Reşo'nun yanında Dengbêjlik dersi almış ve özelikle ustadı Reşo'nun ölümüyle Şakiro Serhat Dengbêjlik geleneğinin son temsilcisi olarak yöre'de ilgi odağı haline gelmiştir. Kısa sürede ünü Türkiye sınırlarını aşmış İran, Irak, Suriye ve Sovyet Kürtleri arasında tanınan biri haline gelmiştir. Şakiro'nun amatör olarak doldurulan kasetleri bu ülkelerde çok sayıda satılmışlardır. 

Şakiro, Evdalê Zeynikê'den sonra en çok tanınan dengbej'dir. Dengbêj Şakiro'ya oldukça çok lakab verilmiştir. Bunların başında Şahê Dengbêjan (Dengbejler Şahı), Kewê Gozel (Güzel Güvercin), Kewê Nêr (Eril Güvercin) vb. gelmektedir. 1996 yılında İzmirde ölmüştür. 

Ünlü Dengbêjlerden aynı zamanda Koma Şîrvan’ın da kurucusu olan Kazo, ‘Şahê Dengbêjan’ (Dengbêjlerin Şahı) olarak adlandırdığı Şakiro ile yaptığı bir mülakatta:
Yeryüzünde bugüne kadar gelmiş geçmiş dengbêjlerimiz içinde Şakiro ilk sırada yer almazsa, mutlaka ikinci sırada kendisine yer bulur… Bir öğün beraber kaldık ama bu yarım günlük süre zarfında büyük bir ‘awaz’ ile beraber olduğumun farkına vardım. Sıcak kanlı ve hoşsohbet birisi idi. ‘Dîwanbir’ (Geniş oturumları yöneten kişi) olduğundan, bulunduğu bütün topluluk ve divanları idare edip yönetirdi…!” diyerek sevgisini anlatmıştır.




15 Mayıs 2014 Perşembe

Reel Politik



Göçük altında kalan maden işçilerine


alın terinin bir anlamı olmalı
bir anlamı, diz kapaklarından akan kan gibi
yoksa bu devrimi de seneye bırakacağız
takvim yapraklarının duvara bıraktıklarına bakma 
tarih, ortanca çocuklara gebe

seni reel politiğe kurban edebilirim
çünkü merasimsiz bir cenaze alayı sanayi devriminin en büyük armağanıdır

yakışıklı  bir ölüm değil istatistik gerek
kamuoyunun hazzına kurban vermek için bileklerini
bak! yüksek güvenlikli aldanışlar ile yontuyoruz seni
siyah kömürden mavi bir gök
toprağın birden bire ve haber veren sesi gibi ploreterya

ploreterya!
devrimin masum sesi!
ana haber bültenlerinde burjuva telaşı
vicdana atılan çizik!
hangi dil bilgisi adını değiştirme cüreti gösterir senin
hangi slogan mesela 
meydanları darma duman!

gözlerin kara bir ölüm için  gez göz arpacık
işte bunu unutma
çünkü sosyal güvenlik ve örgütlenme özgürlüğü ve sendikal gidiş gelişler
bir ihanetin kaldırma kuvvetine eşittir!

devlet sarısından beyaz yakalı lacilere
oradan gram gram eksilen ekmeğe ve
yer altından başlayarak Ömer telaşına
mülk dedikleri hangi adalette bulup çıkarır seni
adını tahammül mülküne işleyen zaman
çıkarır mı şimdi göğün altından akan teri

bu şiiri de nüfus kayıtlarından düşürürler mi ki