Ne güzel bir türküdür bu. Kürdün gelini'ne yakılan ağıttır. Kendine acı yoğuran, yoğurduğu acıdan kendine sığınak yapan Kürdün Gelini...
15 Aralık 2013 Pazar
Oy akşamlar - Kürdün Gelini
Ne güzel bir türküdür bu. Kürdün gelini'ne yakılan ağıttır. Kendine acı yoğuran, yoğurduğu acıdan kendine sığınak yapan Kürdün Gelini...
29 Kasım 2013 Cuma
yokuş yol'a - bir yer kanar
Diyar-ı Bekir'den yeni bir dergi çıkıyor. Kendi halinde, yarasını yokuş'a sürmek için geliyor. Kimseye dert olmak için değil, kendi derdinde olmak için yola çıktı. En büyük derdi, sözün namusunu korumak...
Bir yer kanar... Kürdistan'da...
Bütün kanamalar, hep yokuş yol'a
Hep beraber şahit yazdıralım kendimizi bu yolculuğa
facebook: https://www.facebook.com/yokusyola
twitter: @yokusyola
posta: yokusyola@yandex.com
6 Kasım 2013 Çarşamba
LaWje - Kew Bune Cot
Usul usul akıyor şarkı. Kalbe ve dahi bütün bir ikindiye sirayet ediyor. Sadece kulağınızı verin. Bırakın mihmandarlığını yerine getirsin.
Ağır Aksak Cinayet
Karnı deşilen gölgeler yürür zamana. Kimse neyin, ne zaman ve niçin
orta yere düştüğünü sormaz bile. Düşen bırakılmıştır. Bırakılan bizden
olmamıştır hiç. Deşilen karınların yürürken çıkardıkları sesler ile
geçinmek diye bir mevzu girmiştir hayatlarımıza. Bilememişizdir mesela.
Zira hüviyet yoksunu olmuştur diğer her şey gibi asıllar. Pasın demirle
yoldaşlığı gibi çürümüş bir dimağ(¡), sirayet etmiştir arada kalan
yollara…
Aç değiniler ve davetsiz sofralarda doyurulan karınların çağındayız artık.
- Sahi, açlığın da bir haysiyeti olmalı değil miydi?
Sustuk.
Devamı: http://kulturgundemi.com/cihan-ulsen-agir-aksak-cinayet.html
Aç değiniler ve davetsiz sofralarda doyurulan karınların çağındayız artık.
- Sahi, açlığın da bir haysiyeti olmalı değil miydi?
Sustuk.
Devamı: http://kulturgundemi.com/cihan-ulsen-agir-aksak-cinayet.html
17 Ekim 2013 Perşembe
Geçmiş ve Fantezi’nin Arafı : Nostalgia
Doktor olsaydım, ona şu teşhisi koyardım:
"Hasta nostalji yetersizliğinden rahatsız.”
Milan Kundera – Bilmemek
Nostalji, Geçmişte kalan
güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesidir.
Nostalji kelimesini böyle tarife ediyor Türk Dil Kurumu. Ayrıntılı tarifin
hemen arkasından nostaljiyi tanımlamada vurucu ve tek kelimelik bir atış
geliyor, geçmişseverlik.
Nostaljiyi sadece kelimenin bire
bir karşılığı ile anlam dünyamızda karşılığını bulmasını beklemek yanıltıcıdır.
Zira bazı kelimeler, kendinden fazlasıdır. Dile geldiğinden daha fazlasını
gösterir ve anlatır bize. Nostalji de bu anlamda ziyadesi ile nev-i şahsına
münhasır bir kelimedir. Bulunduğu bağlama göre kendine yer açabilen bu naçiz
kelime, bireysel olandan toplumsala oradan da siyasala birçok sorunu teşhis
etmede bize yardımcı olabilir.
Tarihin biricik nesnesi insan,
nicedir “nostalji hastalığı” ile malul.
Geçmiş ve geçmişe olan tarif edilemez bağlılık, muzdarip olma halinden
fazlasına tekabül etmekte. Nostalji hastalığı, geçmişte yaşananlara toz
kondurmadan, fetiş bir ilişkiye kapı aralıyor. Yaşananlar ile kurulan böylesi
bir ilişki biçimi, anlamlandırma ve
kendini bilme noktasında kafa karışıklığını hemen arkasından getiriveriyor.
Zira nostalji, özü itibari ile kişinin fantezi dünyasını da kapsayan ve bu
fantezi dünyasından kopup gelen bir kavramdır.
Hal böyle olunca yani işin içine
fantezi girince kişiden/sistemden/toplumdan objektif olunması beklemek
safdillik oluyor ne yazık ki. Geçmişe dair bireysel ve toplumsal ne varsa
istenilen, sipariş edilmeye matuf paket programlar olarak toptan bir kabulün
kollarına giriveriyor.
Bu tutum beraberinde “ne yaptım?”
soru cümlesine verilen cevabı baştan hükümsüz kılıyor. Haki, “ne yapmalı?” soru
cümlesini ise başından öksüz/yetim bırakıyor. Zira geçmiş, bir sevicilik
noktasından ele alındığından itibaren kendi kaderine derin çizikler atarak,
makul bir eleştiriyi yapma olanağını hemen elimizden alıveriyor. Bu durum,
değindiğimiz üzere bireysel olandan toplumsal olana kadar yansımış durumda. Her
iki durumda da bir hesaplaşma asla yapıl(a)mıyor artık. Objektif olandan
uzaklaşıp nesnel olana bulandıkça üstümüze kitlenen kapıların haddi hesabını yapmak
da zorlaşıyor.
Best-seller yazarlardan Adam
Fawer bir kitabında “Unutma, ileri
gidebilmen için arkadakileri unutman gerek” gibi bir cümleyi kurmakta beis
görmemiştir. İlk bakışta çok afili bir cümle gibi duran bu motto, yazara ve
yazarın kendi iklimine göre anlaşılabilinir bir şeydir. Ziyadesi ile
pornografik bu cümle, kendi iklim şartlarında ( modern olan/kapitale meyleden
dünya) tümüyle unutma ve unutturma üzerine bina edilen bir dünyanın kapılarını
açık ediyor bizlere... Modern dünyanın zerk ettirmeye çalıştığı tam da bu
mottonun salık verdiğidir aslında. Geçmişi unutmak ile geçmişine fantezi katmak
aynı kapta eritilip önümüze self servis ediliyor.
Adam Fawer’in bu cümlesini
seçmemdeki asıl sebep, bizlere bir karşılaştırma imkânı tanımasıdır. Yazar gibi
geçmişi unutmayı, ileriye doğru atılacak adımların öncülü olarak kabul
ettiğiniz andan itibaren nostalji hastalığına da yakalanmış oluyorsunuz. Zira
geçmişi unutmak ve görmezden gelmek, onu fantezilerle beslerseniz mümkün olacak
bir şeydir. Fanteziler ile gerçeği istediğiniz gibi eğip bükebilirsiniz. Bunun
gerçekleştirmek için tek bir mani bulamazsınız kendinizden başka. Böylece
geçmiş, bir vakıa olarak değil bir hayal dünyası, görülmüş bir rüya olarak addetmeye
başlarsınız.
Hepimiz aynı dertten muzdaripiz. Hepimiz,
ortak bir hastalığın kollarında derdimize deva bulmaya çalışırken kanımızda
dolaşan hastalığı git gide kabul ediyoruz aslında. Kanıksıyoruz. Kanıksadıkça
kendi öncüllerimize yabancılaşıyoruz.
Kendini bilmek, geçmişini bilmek
ile mukallittir. Modern olan, kendini bilen bir insandan çok kendini, kendinden
görmeyeni salık verir. Denklemdeki eşitlikler bu minval üzre kurulur ve diğer
her şey bunlar üzerine bina edilir. Geçmişinize “kaza süsü” verdiğiniz andan
itibaren, sadece kendinizi değil arkanıza aldığınız kültürü ve medeniyete de
aynı durumu layık görüyorsunuz demektir.
Dolaşıma sokulan dil, hepimizin zihin dünyasını darmaduman etmiş durumda
ne yazık ki. Unutulmamalıdır ki elverdiği ölçüde hatırlamamak ya da tam tersi
geçmiş olanı kendi hayal dünyamızda nesnel bir eğip bükmeye tâbi tutmak, modern
insanın arkasında sürekli taşıdığı kafa kâğıdı olmuştur artık.
12 Ekim 2013 Cumartesi
Tertip
Bedenleri, hangi yönün çocuğu olduğu bilinmeyen bir rüzgâr
sarıverirken, aklın sebat ile sınavı zorlu olacaktır. karabasanların sabahlara eşliği bu vurguya ek
olarak sunulmuştur…
“Küçük bir açıklık kalmıştı
fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve
ben sadece sol gözümle ağlıyordum. O açıklığı kapatıp aynayı tamamlamaya
cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, hatırlayan yanımdı benim. Bu yarım
hatırlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum.
Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden
aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek,
aynı O'na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dört
kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim… (Tol’dan)”
Tavan arası düşünceler ile aklını ziyana boyamak, tedbir
gerektirir ruhun kaçış yollarına. Kendi ömrünün kıyısında köşesinde kalanlara
şerh düşerken, tesirde şaşmaman hayırdır senin için. Ve hâyır, hep tavanın
hemen altındadır. Bu da vurguların selameti için ek olarak iliştirilmiştir, bu
faslın en dokunaklı bölümüne…
“Çözüldün ve utancından ölecek
haldesin. Adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye
düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun. Birbirinden nafile intikam
planlarıyla oynuyorsun. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey
yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık Kırıkkale tutukluk yapmazsa tabi…
(Tol’dan)”
Yakarmalar nafile… Artık çıkılacaktı yola. İntikam denen o
gerçek ama sağ tarafı tarifsizliğe değen ile beraber. Yolculuk beraberinde
neler getirir ya da dönüşteki götürüsü ne şekilde hesaba kitaba konu olur
bilinmez belki ama bilinen, yolun hiçbir menzile gebe olmadığıdır, her soluksuz
kalışta…
“Devrim,
vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi…(Tol’dan)”
11 Ekim 2013 Cuma
27 Eylül 2013 Cuma
Biz, Şehir Ahalisi
Güneş
neredeysek orada bulur bizi
Ya cünup ve yalancı veya miskin ve ülser.
Falımız neyse çıksın diye açarız indeksleri
Sayılar bizi bulur, o ayıp işaretler*
Ya cünup ve yalancı veya miskin ve ülser.
Falımız neyse çıksın diye açarız indeksleri
Sayılar bizi bulur, o ayıp işaretler*
Bir tutunamama öyküsüdür modern insanın yaşadığı/yalnızlığı. Dün ve bugünün
hesabını vermeyen/veremeyen ama gelecek kaygısı ile sürekli terbiye edilmeye
çalışılan netameli bir öykü bu. Bundan, kayıtlara düşmeli tüm olan biten. Zira
zaman, ellerimizden kayıp giderken kâr/zarar hesabında olmaması gereken bir
muhite kayıtlarımız düştü. Suretimizi unuttuk nicedir. Nicedir, hüzzam bir öykünün
nağmeleri kulaklarımızda. Anlatım kalıplarının hiçbirine sığmayan ama özünde
hep bir sızının vuku bulduğu, anlatması kolay, velâkin zaman denkleminde hazinliği
mendil ıslatan bir öykü bu... Ve bir o kadar ağlamaklı…
“Sevda ne yana düşer Usta?” dizesinin
artık anlamsız olduğu üzerine kurgulanmıştır her şey. Neye karşılık geldiğini/geldiğimizi
bilmediğimiz bir “Kurgular Cumhuriyeti”nin sakinleri olup çıktık. Kendi
yanlışını/acısını/umudunu/hayalini yaşayamayanların bağrışlarından oluşan
kalabalıklar oluverdik bir anda. Kabahatlerimizi başka kabahatlerle örtme
konusunda mahiriz artık. O kadar kendimizden eminiz. Bu eminliğimizi
sorgulayanlara olduğu gibi karşıyız. Toptan redde meyyaliz. Olduğu gibi küfrediyoruz
karşımıza konulan eleştirilere. Bir yanlışın da koynunda büyünülebileceği
ezberi, modern dünyanın suları altında kaldı. Limanlara çöl yalnızlıklarını
boşuna kondurmadık.
Ekmeğin aslanla olan hasbıhali, çoktan kayıt dışı hayatlarımızda masal
tadı oluverdi. Fark etmedik bile. Sabahı karşılamak bir zaman mefhumu değil
artık. Mekân ise kara parçasıdır artık yüzeyin herhangi bir yerinde. Coğrafyalara sığmayacak ölçeklerden münezzehtir
hüznümüz velhasıl… Bilemedik.
İman denilenin aslında “aşk” ile olan içli dışlı muhasebemizi/muhabbetimizi
sosyal/siyasal/ekonomik âleme kurban vereli ellerimize ve dahi kalbimize
sirayet eden kanı temizlemek epey bir zamandır çaba olmaktan sayılmıyor.
Kabullendik. Kanıksadık. Antlaştık. Biz, kabullenip kanıksadıkça ve antlaştıkça
gelip geçici olanın uçuculuğuna, karanlık tarafın uysal müritleri oluverdik.
Eskiden ama çok eskiden mütemadiyen yoklama çekerdik kalbimize. İtikadın,
balçıkla sıvanamayacağını bilirdik. Yürümenin bir yol ayrımı tabelasından daha
fazlasını içerdiğini tecrübelerimizle sabit kılmıştık. Her çekilen yoklamada
biraz daha kuşkuya boyanırdı tüm uzuvlarımız. Gocunmazdık. Şüphenin kendini
belirsiz bir tende bulmasını imandan sayardık. Şükür sahibiydik. Nihayetinde varılması
gereken yere varır, eksiğimize iman etmiş bir hal’de yaşamaya devam ederdik.
Şimdi tüm mesele, bu hazin ve bir o kadar ağlamaklı öykünün bizden ne
kadar aldığıyla alakalıdır. Ve tabi geriye ne bıraktığı… Bütün bu yazılanlar
bir hamaset oyunu olarak algılanabilinir. Şizofrene bulaşmış bir aklın/ruhun
kendi kendisi ile konuşmayası ya da… Ama en nihayetinde geride, konuşulacak bir
mevzuumuzun dahi kalmadığı gerçeği var önümüzde. Herkesin gözü aydın. Ölüm, çok
uzak artık bizden… Zaten arzulanan ve bir nesne haline getirilmeye çalışılan da
bu değimliydi? Muzaffer bir eda yakışır şimdi.
Bir tutunamama öyküsüdür modern insanın yaşadığı. Zira tutunacak bütün
dallar, birer bire koparıldı itina ile.
İnanmayı ve güvenmeyi yitirdi çünkü âdemoğlu. Bazen bir şiirin, bir öykünün ;
bazen bir cümlenin bazen de sadece bir gülüşün hayatlarımızı değiştirebileceği,
bir ihtimal olmaktan çıktı. Kapımızı tıklatacak yarenlerimizi ( siz bunu “her
şey” olarak da okuyabilirsiniz ) suyun öte yakasında unuttuk. Arama zahmeti ise
kuvvet yoksunudur bu zaman aralığında. Aldık ve kabul ettik.
Anlatmalı demişti adam. Sade ve sadece anlatmalı. Bir anlatıcıya düşen,
kıyıya köşeye bırakılmış/atılmış fiil köklerinin hakkını vermek olmalı demişti.
Buraya kadar gelmişken şöyle demeli: Belki biz, şehir ahalileri olarak
kendimize itikat telkin edebileceğimiz bir şeyler bulmamızın tam zamanıdır. Tam
zamanıdır ya da ölmenin…
Biz şehir
ahalisi, üstü çizilmiş kişiler
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle
Kimbilir kimden umarız emr-i bi'l-ma'ruf
Kimbilir kimden umarız nehy-i ani'l-münker
Bize yalnız oğulları asılmış bir kadının
Memeleri ve boynu itimat telkin eder.**
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle
Kimbilir kimden umarız emr-i bi'l-ma'ruf
Kimbilir kimden umarız nehy-i ani'l-münker
Bize yalnız oğulları asılmış bir kadının
Memeleri ve boynu itimat telkin eder.**
*/** Dişlerimiz Arasındaki Ceset, Şiiri - İsmet Özel
25 Eylül 2013 Çarşamba
Sevda Ne Yana Düşer Usta
Bazen bir şarkı kendinden çok fazlasıdır. Bazen dinlemek o şarkıyı, büyük bir karşılıktır. Kimsenin bilmediği...
Sahi Usta, sevda ne yana düşer?
elim sanata düşer usta
yürek acıya
olum hep bana
bana mi düşer usta?
sevda ne yana düşer usta
hicran ne yana
yalnızlık hep bana
bana mi düşer usta?
gurbet ne yana düşer usta
sıla ne yana
hasret hep bana
bana mi düşer usta?
Sahi Usta, sevda ne yana düşer?
elim sanata düşer usta
yürek acıya
olum hep bana
bana mi düşer usta?
sevda ne yana düşer usta
hicran ne yana
yalnızlık hep bana
bana mi düşer usta?
gurbet ne yana düşer usta
sıla ne yana
hasret hep bana
bana mi düşer usta?
Gazel : Gam-ı Aşkınla Ahvalım
GAM-I AŞKINLA AHVALIM
Gam-ı aşkınla ahvâlım perişan oldu gittikçe
Cafâ vü cevr-i hicrinle ciger kan oldu gittikçe
Ziya-yı şu’le-i hüsnün füzûn oldukça alemde
Nice aşufte diller mestü hayran oldu gittikçe
Gönül bir yareden aciz etibba melhem etmekten
Benim derd-i derunum set hezaran oldu gittikçe
Figanım dinle ey gül mevsim-i bağ-ı baharımdır
İşin bülbül gibi giryan-u nalan oldu gittikçe
Helas olmak görülmez dest-i ğemden derd-i mihnetten
Demadem Kani’a dil mülkü viran oldu gittikçeBirecikli Kâni
20 Eylül 2013 Cuma
Söz'e Giriş
Söz
sahibi olmak, söz söylemenin olmazsa olmaz koşuldur.
Söz’den
önce sözü söyleyecek, söze sahip çıkacak bir varlık olmalıdır.
Bundan
dolayı bir sahip olma ve dahi sahip olduğunun farkına varma bilincini önceler.
Mülkiyet
iddiasından başka bir şeydir bu.
Zira
mülkiyet iddiası, iktidar denen olgunun kollarında hayat bulur.
İktidarı
bu manada bütün söz’lerin sahibine layık gören er kişi, haddinden vazgeç(e)mez/vazgeçmemelidir.
Söz
söylemek iddia sahibi olmak demektir.
İddia
sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir.
Zaman
ve mekân denklemini gözetip, durumdan vazife çıkararak söz söyleyenler, beyhude
bir çabanın içerisinde olmuşturlar hep.
Tarihin
bu konudaki tanıklığı herkesin malumudur.
Söz,
zaman ve mekândan bağımsız olmalıdır.
Ağızdan
çıkan her bir harfin/hecenin/kelimenin vebali söyleyenin boynunadır.
Zira
boynuna geçirilenler ve boynundan dökülenler ile teraziye vurulur âdemoğlu,
hep.
Söz,
var olana/yaşanılana çeki düzen vermek için en büyük silahtır.
Geçici
olana ve kuvvetten düşmüş olana yüz vermemesi bundandır.
Sürekli
adalete ve merhamete çağrısı mayasındandır.
Bundan
dolayı zalimlerin ve kıymet bilmeyenlerin ağzında eğreti durur.
Sözün
bu gücünü küçümseyenler, mana yoksunluğunda boğulanlardır.
Modern
zamanların bu en sahici gücü yok etme uğraşı, gözden kaçırılmaması gereken
hayati bir meseledir.
Söz,
mevzu ve mevzi sahibi olmaktır.
Bütün
bir mevzu, adalet ve merhamettir.
Kendi
mevzusuna ve mevzisine sahip olmak, modern zamanlarda elden bırakılmaması ve
sürekli sakınılması gerekendir
Adalet
ve merhamete çağırmayan, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen söz, boş ve kafa
karıştırıcıdır.
Boş
ve kafa karıştırıcı söz’lerin sadre şifa olmaması ise tam da bundandır.
Söz
sahibi olmak...
Söz
Söylemek…
Böylesi
bir çabanın gölgesinde serinlemek...
Bunun
için bütün koşulları inadına zorlamak.
Paye
vermemek, gelip geçici olana.
Söz,
büyü değildir. Efsunla ilgisi yoktur.
Sürekli
gerçek ile alışverişi olduğunda özü itibari ile bir hakikat çağrısıdır.
Umudumuz/duamız
bu çağrıya kulak vermek ve iddiamızın sahibi olmaya çalışmaktır.
O
zaman ilahi kelamın söz’leri ile başlayalım/bitirelim:
“Onlar
ki sözün namusunu korurlar ( Ankebut-3 )”
2 Eylül 2013 Pazartesi
Suda Balık Yan Gider
Bu da böyle bir türküdür işte. Alır, aldığı ile bırakmaz ama.
Ali İhsan Tepe ve Erkan Çınar, iki güzel adam. Suda Balık Yan Gider türküsünü terennüm ediyorlar. Kulak verelim biz de...
17 Ağustos 2013 Cumartesi
Şehir ve İnkılap
"her iklim kendi vatanına gebedir.
her söylence, kendi ikliminin dilini açığa vurur…"
Tadı da kaçar yağmurun bir vakit
sonra, şehre çöken sisin ağırlığında.
Kaybedilen mavinin alacasında, tam da gidenin ertesinde…
Kırmızlıklarda mesken olduğumuz gibi
Kırmızlıklarda mesken olduğumuz gibi
Sınırları da kalkar bir zaman
aralığında, şehirlerin...
Şehirler, ergen çocuk
gülümsemesinden münezzeh yaşayıverir ezberine yerleşeni. Yerleştirdiği kadar
hüküm sürer çünkü.
Hüküm kurduğu kadar muktedir…
Akar zaman, bakmaz gerisin
geriye, en olmadıkları peşinden ayırmadan, en tahminden uzak olanları arkasına
bırakmadan.
El ele verirler mekânla.
Zaman ve mekân denklemi kurulur.
Vakitlerden bela sadır olur.
Belalardan aymaz olan
gündönümleri yerleşir atlasa.
Memleketler kurulur, dâhilen ve
haricen.
Bir iktidar olma çabasının en
netameli hali, hâsıla mesken olur.
İsmin bütün halleri isteyene
armağan...
Sacayakların korunaklı kısmından
antikor hükmünde yalnızlık akar bir zaman sonra.
Bir zaman sonra, yerleşiverir
denklem dediğimiz, haki bıçak hükmündeki kesikler ve keskinlikler...
Anlamaz olur âdemoğlu, alnına
divit ucu ile dökülenleri.
Anlamaz, ziyan olur.
Yordam araması peşi sıra gelirken
arkasından, yol’un karanlığı hesaba kitaba konu olmaz.
Bir olmamışlık, bir ahir zaman
olur.
Ahir zaman, yoksunluk...
Yoksunluk, şehir hülyası…
Şehir, kayıp bir atlas, insan
ruhundan arındırılmış…
İzahta eksik kalınan denklem,
uymaz âdemoğlunun tıynetine.
"Başka yolların sevdasına"
kendini duçar eylemenin zamanıdır artık.
Ama bir yerde
Bir inkılâp çağrısının en kulağa
yakışanı peyda olur.
Hayatın ucu bucağının görünen
kısmında satıhlara iliştin tüm itirazlar, hükmünde kuvvet barındırması gereken
bir çağın ayak seslerini yerleşir kulaklara.
Tırmalayan değil elbet, sukut
kıvamında…
Hicret, sukuta eşlik eder.
Sukut gidilmesi elzem şehre…
Ruh, başka bir dilden konuşur:
“Her hicret bir inkılâptır”.
Her inkılâp, kendi şahsi tarihine
düşürülmüş şerh.
Tüm bir ömür üzerinde sürekli bir
geri dönme hali.
Geri dönme ve ezber tazeleme
çabası…
Umurun umurunda olmadığı nice
umudun onarılma telaşı.
Telaşın safkan insan olan hali…
Şehir ve insanoğlu bu kalabalıkta
sadece hicrette hayat bulur...
Böylece damarlardan sadece antikor
değil, hayat da akmaya başlar.
Her muktedir çaba, paspas
niyetine dağılıverir ayaklar altında.
Her mavi, kapı tıkırtısı kadar
yakın olur.
Her kırmızı, kendi kaderi ile baş
başa...
25 Haziran 2013 Salı
Biz Eşit Değiliz Sevgilim, İsmail Kılıçarslan
İsmail Kılıçarslan Meksika Sınırında Okuyor
"Biz Eşit Değiliz Sevgilim"
3 Mayıs 2013
Coğrafyaya Bulaşan İltihap : Ceylan
Suskunluğu, bir ölüm üzerinden yeniden tarif edebilme gücü üzerinedir bu yazının ahlakı.
Bu yazı, bir memleket hikâyesidir ve üzerine en kanlısından
bir roket bırakılmıştır.
Bu, yeryüzündeki tüm Ceylan’ların hikâyesidir…
Ceylan on dört yaşında. Belki on iki…
Nüfus kayıtlarının çok da önemsenmediği bir coğrafyanın kızı
O.
Diyarbakır’ın adı hep savaş ile anılan Lice ilçesinden.
Kürt kızı.
Güzel mi güzel...
Fal taşı gibi açılmış gözleri ile fotoğraf çektirirken,
vicdana ağır sapmalar bırakıyor, bakışlarından fırlayan o masumiyet…
Bir de makarna seviyor, salçalı…
Ceylan bir sabah, her zamanki sabahlar gibi hayvanları
otlatmaya çıkıyor evinden.
Çıkmadan önce annesine iyice bir tembihliyor. “Makarna
isterim” diye.
Çıkıyor. Evlerinin henüz üç yüz metre uzağına gidemeden bir
havan mermisi bedenini paramparça ediveriyor.
Bir havan mermisi, aslında hayatımıza, hayatlarımıza düşüyor.
Bir havan mermisi, aslında hayatımıza, hayatlarımıza düşüyor.
Paramparça ediyor, neye ve kime inanıyorsak.
Sonra hâkim olan havayı solumaya başlıyoruz.
Önce savcı sonra doktor sonra jandarma “güvenlik gerekçesi”
ile gitmiyorlar köye.
Güvenliklerinden şüphe ediyorlar. Şüphe edilmesi elzem olan
onca şey varken.
Güvenemiyorlar ölünün başında ağıt yakanlara.
Annesi topluyor etekliği ile Ceylan’ın başını ve
ayaklarından arta kalan vücudunu.
Etekliği ile “Can”ını topluyor…
Sesini duyuramayan annesi soruyor, yine mahzun:
Kim katletti
Ceylan’ımı? Hadi katledildi, kim sahip çıkmaz Ceylan’ıma?
Hadi sahip çıkmadınız, peki hiç mi umursamadınız on dördünde
bir genç kızın ölümünü?
Soruyor, sesi çıkmayan anne, kesif sessizliğe…
Sonra tozu dumana katan bir sessizlik çöküveriyor
memleketimin üzerine.
Vebalini kimse boynuna borç bilmiyor.
Kimse karşılığı olmayacak bir hesap içerisinde olmak
istemiyor.
Kırsal bir ölümü reva görüyoruz el birliği içerisinde Ceylan'a.
Ölümü, kalplerimizde yaşıyoruz tüm memleket ahalisi olarak.
Ceylan…
Ceylan’ım…
Güzel Kızım.
Şimdi kulaklarda, yüreklerde ve tüm bir coğrafyada ağır
iltihap zamanı...
Yoksa zamanı bir antibiyotik mi sandık bu zamansızlıkta?
12 Ekim 2009
Mirzabeyoğlu : Gadre Maruz Kalan Ruh
Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Memleket sathında değişen hiçbir şey yok. Bir hesap kapatılmadan başka bir
hesabın derdine düşüyoruz yine. Kapatılmayan hesaplar, hayat hanemizin kayıp
kısmına usulca yazılıveriyor. Hissetmiyor, hissetsek bile duyumsamamaya
çalışıyoruz. Modern hayat, kroşelerini eksik etmiyor suratlarımızdan. Mutlu
olduğumuz/olacağımız sanrısı üzerine sahte bir huzurla yol alıyoruz/yaşıyoruz
canım memlekette.
İktidar, bildiğini okumaktan geri
durmuyor. Okuduğunu bizlere ezberletmede geri kalmadığı gibi. Ölüm oruçlarının
53. gününde halen somut bir adım atılmadığı gibi mesela yada Roboski katliamında halen faillerin ortaya
çıkarılmadığı gibi. hal bu vaziyet üzerine giderken başka bir haber daha
düşüyor gündemimize: Salih Mirzabeyoğlu, 28 Şubat Meclis Araştırma Komisyonuna
ifadeye vermeye hazırlanırken, ruhi ve
psikolojik durumunun incelenmesi için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi'ne
kaldırıldı. Bununla da kalınmadı, iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazete,
sadece var olan durumu haber etmesi gerekirken Mirzabeyoğlu'nu terörist/başı ilan etmekten
geri durmadı.
Bir taraftan Meclis Araştırma
Komisyonu diğer taraftan
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 28 Şubat darbesi ile ilgili geniş kapsamlı
araştırma/soruşturma yürütürken, kamuoyunda 28 Şubat'ın siyasal yargı
kararlarının iptali yüksek sesle dile getirilirken ve de 28 Şubat sürecinde
kendisine yaşatılan zulüm ve haksızlıklar ortaya çıkmışken, Mirzabeyoğlu'na
reva görülen muamele kabul edilemez, edilmemelidir. Bu memlekette hala
insanların haysiyeti ve onuru ile oynamak bu kadar kolay işte. İktidar,
ezberlerini bozma konusunda ketumluğunu elden bırakmazken, duyarlılıkları
beklenen medya, yargısız infazlarına bir yenisini ekleme konusunda hicap
duymaktan uzak bir tavrın gölgesinde ne yazık ki. Hele ki söz konusu
muktedirlerin 28 Şubat döneminin mağdurları olduğu göz önüne alınırsa olayın vahamet
boyutu kat be kat artmaktadır.
Mirzabeyoğlu'na reva görülenler
ruhu gadre uğratacak bir dilemmadır. Bu ruh nicedir bu dilemmanın kollarında
hayat bulmaya çalışıyor kendine. Bütün tanıklıkları ile artık 28 Şubat'ın ne
olduğunu/ne olmadığını artık biliyoruz. Bildiğimiz, Batı Çalışma Grubu adlı
illegal oluşum tarafından kontrol ve koordine edilen yargı mensuplarının, 28
Şubat sürecinde verdiği bütün kararların bu oluşumun talimatları ve/veya
yönergeleri ile verildiğidir. Bu da verilen kararların hukuksallığına gölge düşürmekte
ve bu mahkeme kararlarının siyasi, hukuka aykırı ve şaibeli olduğunu
göstermektedir.
Artık sağlıklı düşünmek bir lükse
karşılık geliyor memlekette. Canım memleketin
hali böyle olunca ölüm oruçlarından tutun da ana dilde eğitime ; Mirzabeyoğu'ndan
Roboski'ye kadar uzun ve birbirine bağlantılı ziyan halleri, hayatımızda meskun
mahal ikamet etmekten geri durmuyor. Kişisel
tarihim açısından mazlum-zalim, haklı-haksız, güçlü-güçsüz denkleminin bu kadar
değişkenlik gösterdiği başka bir zamana daha tanıklık etmedim. Dileğim, ruhta
derin yaraların açılmasına sebep bu tanıklığımın bir an önce sona ermesidir.
Not: MAZLUMDER genel merkez ve
şubelerince “28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin” İmza Kampanyası halen
devam etmektedir. Kampanya katılmak için www.28subatyargikararlariiptaledilsin.com
En Güzel Haberler Sizin Olsun*
en güzel haberler sizin olsun
en fiyakalı düşler ve kredi kartına on iki taksit aldanışlar
mil puanlarınız ve dört alışverişe yüz liranız
sizin olsun kariyer planlarınız ve muhasebe kayıtlarınız
kaçırılan her liraya kurban gülüşleriniz
bir salon dört odaya sığmayan hevesleriniz
mutfak dolabınızın çürüğe çıkarılmış vişneleri ve artık
sayısını bilemediğiniz program sayılı makineleriniz
dow jones endeksi, S&P 500 ve İMKB 100
bu iniş çıkışlar da sizin olsun
dipnot: merdivenler yoksullar içindir
en güzel haberler sizin olsun
noelleriniz ve sevgililer gününüz, kutlu ve mübarek
boy boy ren geyiği ve kırmızı kurdeleleriniz, kanatmak için
çam ağaçlarınız
iç çamaşırı piyasasına getirdiğiniz canlılığınız ve piyasa
ekonominiz
magazin haberlerinden self servis alınan vitaminleriniz
sizin olsun tabi ki de bütün bir tıp alemi
diyetler, zayıflama hapları, ruh bakraçları, mide fesatları
ve akışkan rimelleriniz, karaya boyayan allıklarınız ile
kozmetik dünyasına katkılarınız ve kattıklarınız sizin olsun
en güzel haberler sizin
üzerine eşantiyon iki diploma ve üç dil, müesseseden
en güzel haberler sizin olsun
birbirini boğazlarken adem oğulları
bombalar yağdırırken göğün ve yerin yüzeyinden
alın terine kurban giderken işçiler ve evlatları
hayvanseverliğiniz ve hümanizmanız ve vicdanınız
ekonomik ve ekolojik topluma olan sarsılmaz inancınız sizin
olsun
sizin olsun kana bulayan çevreciliğiniz
çok afilli cümleler kurabilirim, olmadık hayaller bir de
hayallerinizi çalıp, kendimi kriminalize edebilirim
zihninizi kana bulayabilirim, katil suretinde çok maktul bir
edayla
ya da bir yalana omuz verip, istatistiğin kollarına da
atabilirim sizi
düşüncemi açık edip, seçkin olmayan sorular ile kanınıza
girebilirim
doğru cevaplardan yalan sorular, yalan sorulardan doğru
cevaplar devşirebilirim
de
mecrada şaşma yok,
hayat kendi debisinde
kaldırma kuvvetinin tesirinde
pozitif bilimlerin hemen yanı başında
her şey bu kadar pozitifken tabi ölmek de kolay
ölmek: katır sırtında taşınan ölüler
ölmek: otların üzerine parçalanmış kız sureti
ölmek: çocuk bedenine işlemeli mermiler
ölmek: dokunulmazlığı kaldırılan insanlık
ölmek: ne zaman bitecek bu şiir
-tamam sustum.
4 Aralık 2013
*Bu şiir İzafi Dergisinin Mayıs 2013 Sayısında yayınlanmıştır.
Körlük ve Vebal
Bildirilerin öfkesinden muzdarip
olanlar,
gerekçeli kararlar arkasında ömür
tüketenler,
yazı kalem burcunda mesken
olanlar,
koruyamadıkları haysiyetleri ile
kadim bir sessizliğe bürünmüş vaziyetteler.
İbretin neye tekabül ettiğinin
resmini çiziyorlar.
Ezberletmeye çalışıyorlar bir de,
kırmızın yüzde bıraktığını
unutmuş halde.
Memleket sathında olup bitenler,
yaşanan acılar ve çekilen
ızdıraplar
nicedir yalnızca muhatabının
canını yakıyor.
Coğrafya, yetim kalmışlığın tüm
hallerinde
Coğrafya, iltihaba bulaşmış
vaziyette.
"Hep böyle mi oldu?"
sorusu, akıllara ziyan olarak,
vicdan muhasebesinde, hep öksüz
kaldı.
Yetmedi tabi tüm bu
gayretkeşlikler.
Vicdan, martaval mertebesinde,
akbabalara leş olarak sofralara
ikram edildi.
Bombalanan insanlar,
açlığa yatırılmış bedenler,
deliliğe hapsedilmiş ruhlar,
tersanelerde ölüme önceden
yazılmış alınterleri,
komşumuzun yetim ve öksüz
bırakılmış, bedenleri kurşunlar ile doldurulmuş çocukları
hakkı talep ederken haksızlığa
reva görülen genç adamları, güzel kızları
körlüğün sebepleri oldular artık
bu memlekette
bilmeden ve istemeden.
Körlük, alna değince, göğün rengi
değişir
ziyan bahçenin o meşhum tarifi
sözlüklere girer.
Aklanmamış ne varsa hüviyetlerde
tarihe olduğu kadar geleceğe de
mahkum olur.
karnı deşilen zaman, bir intikam
yemini olup çıkar sonra.
Bu ülke
ağır kanamadır şimdi,
ecza bulma kudretinden yoksun.
Vebal, en ağır kelimedir
ve bu öykünün en netameli
tarafıdır.
11 Kasım 2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)