Burada, Birmingham Hapishanesi’nde tutulurken sürmekte olan eylemlerimi “Mantıksız ve zamansız” diye nitelediğiniz bir beyanınızdan haberdar oldum.
Neden doğrudan eylem? Neden oturma eylemleri, yürüyüşler ve benzerleri yapılmalı? Müzakere daha iyi bir yol değil midir? diye sorabilirsiniz. Müzakere çağrısında bulunmakta haklısınız. Aslında doğrudan eylemin amacı tam budur. Barışçıl doğrudan eylem öyle bir krize ve gerilime yol açar ki, müzakereyi ezelden beri reddeden bir toplum bile sorunla yüzleşmek zorunda kalır. Sorunu mümkün olduğunca dramatize ederek artık görmezden gelinmeyecek bir hale getirmeyi amaçlar. Gerilimi pasif direnişçinin işinin bir parçası olarak anmam size şaşırtıcı gelebilir. Ancak gerilim kelimesinden korkmadığımı da itiraf etmeliyim. Şiddetli gerilime yürekten karşıyım, ama gerilimin yapıcı ve şiddetsiz bir türü vardır ki, gelişme için gereklidir.
Sokrates nasıl bireylerin mitler ve yarı-doğruların boyunduruğundan kurtulup özgür bir yaratıcı analiz ve nesnel değerlendirme düzeyine çıkabilmesi için gerilim yaratmanın gerekliliğini hissettiyse, biz de toplumda, insanların önyargıların ve ırkçılığın derin karanlığından çıkıp anlayış ve kardeşliğin engin sevgisine yükselmesi için şiddete başvurmayan ısrarcı insanlara olan ihtiyacı anlamalıyız.
Doğrudan eylem programımızın amacı, sonunda kaçınılmaz olarak müzakere kapılarını açacak bir kriz durumu yaratmaktır. Dolayısıyla müzakere çağrınızda sizinle aynı fikirdeyim. Aziz güney bölgemiz çok uzun süredir diyaloğun değil de monoloğun hâkim olması yönünde üzücü çabalar nedeniyle bir açmaza sürüklenmiş durumda.
Beyanınızdaki temel noktalardan biri de ben ve arkadaşlarımın Birmingham’da gerçekleştirdiği eylemin zamansız olduğuydu. Bazıları “Neden yeni şehir yönetimine eyleme geçmek için süre vermediniz?” diye sordu. Bu soruya verebileceğim tek yanıt, yeni Birmingham yönetiminin daha işe koyulmadan önce en az eski yönetim kadar teşvik edilmesi gerektiğidir. Albert Boutwell’in belediye başkanı seçilmesinin çığır açacağını sanıyorsak, ne yazık ki yanılıyoruz. Her ne kadar Boutwell, Connor’a göre daha nazik biri olsa da, bunların her ikisi de statükonun sürdürülmesine kendini adamış, ırk ayrımı yanlısı insanlar.
Arkadaşlarım, şimdiye dek kararlı, yasal ve şiddete başvurmayan bir baskı olmadan haklar konusunda tek bir kazanım bile kaydetmemiş olduğumuzu size söylemeliyim. Yazıktır ki ayrıcalıklı grupların ayrıcalıklardan pek nadiren gönüllü olarak vazgeçtikleri tarihsel bir gerçektir. Bireyler ahlakın ışığını görüp adaletsiz duruşlarını isteyerek bırakabilirler; ancak Reinhold Niebuhr’un bize hatırlattığı gibi, gruplar bireylerden daha ahlaksız olma eğilimindedir.
Acı deneyimlerimizden öğrendiğimiz üzere özgürlük asla baskıcının isteyerek verdiği bir şey değildir; özgürlük baskıya maruz kalanlar tarafından talep edilmelidir. Açıkçası haksız yere ayrımcılık hastalığının mağduru olmayanların gözünde “iyi zamanlanmış” bir doğrudan eylem kampanyasında hiç bulunmadım. Yıllardır “bekleyin!” sözünü duyuyorum. Her Zenci’nin kulağını delip geçici bir aşinalıkla çınlayan bir söz. Bu “bekleyin” neredeyse hep “asla” anlamına gelmiştir. Artık anlamalıyız ki, çok değerli bir hukukçumuzun söylediği gibi “çok uzun süre ertelenen adalet, engellenen adalettir.” Anayasal ve tanrı tarafından bahşedilmiş haklarımız için 340 yılı aşkın bir süredir bekliyoruz.
Bizim yasaları ihlal etmeye hazır oluşumuzun sizi çok kaygılandırdığını ifade ediyorsunuz. Bu kesinlikle meşru bir kaygıdır. Adil yasalara uyulmasını ilk savunacak kişi benim. İnsanın yasal yasalara uymak yolunda hem yasal hem de ahlaki bir sorumluluğu vardır. Buna karşılık, insanın adaletsiz yasalara uymamak yolunda ahlaki bir sorumluluğu vardır. Bu konuda “ adaletsiz yasa, yasa değildir” diyen Aziz Augustinus’a katılıyorum.
Öyleyse iki tür yasa arasında ne fark vardır. Bir yasanın adil ya da adaletsiz olduğuna nasıl karar verilebilir? Akinolu Aziz Tomasso’nun deyişiyle, “ Adaletsiz yasa, ölümsüz ve doğal yasada kökenlenmeyen, insani yasadır.” İnsanın kişiliğini iyileştiren her yasa adildir. İnsanın kişiliğini bozan her yasa adaletsizdir. Bütün ayrımcılık yasaları adaletsizdir çünkü ayrımcılık ruhu bozar ve kişiliğe zarar verir. Ayrımcılık yapana asılsız bir üstünlük hissi, ayrımcılığa uğrayana da asılsız bir aşağılık hissi verir.
Yahudi felsefeci Martin Buber’in terimlerini kullanacak olursak, ayrımcılık “ben ve sen” ilişkisinin yerine “ben ve o” ilişkisi getirir ve kişileri eşya statüsüne indirger. Dolaysıyla ayrımcılık yalnızca siyasal, ekonomik ve sosyolojik açıdan kusurlu olmakla kalmaz, aynı zamanda ahlaki açıdan yanlıştır ve günahtır. Paul Tillich, ayrılıkta günah vardır, demiştir. Ayrımcılık insanın trajik ayrılığının, korkunç yabancılaşmasının ve dehşet verici günahkârlığının varoluşsal bir ifadesi değil midir?
Adolf Hitler’in Almanya’da yaptığı her şeyin “yasal”, Macar özgürlük savaşçılarının Macaristan’da yaptığı her şeyin de “yasadışı” olduğunu asla unutmamalıyız. Hitler’in Almanya’sında bir Yadudi’ye yardım etmek yasadışıydı. Yine de eminim ki, o dönemde Almanya’da yaşamış olsaydım, ben de Yahudi kardeşlerime yardım ederdim. Zencilerin özgürlüğe yürüyüşünde onlara ayak bağı olanların Beyaz Vatandaşlar Konseyi üyeleri ya da Ku Klux Klan’lılar değil de bu beyaz ılımlılar olduğuna çok üzülerek de olsa kani olmak üzereyim; kendilerini adaletten çok düzene adayan; gerilimsiz ancak negatif bir barışı, adaletli ve pozitif bir barışa tercih eden; “Amacınız konusunda size katılıyorum ama doğrudan eylem yöntemlerinize katılmıyorum”diyen; babacan bir şekilde bir başkasının özgürlüğü için zaman çizelgesini belirleyebileceğine inanan; masalsı bir zaman kavramı ile yaşayan ve sürekli Zencilerin “daha uygun bir dönem” beklemesini salık veren beyaz ılımlılar.
İyi niyetli insanlardan yüzeysel bir anlayış görmek, kötü niyetli insanlarca tamamen yanlış anlaşılmaktan daha moral bozucudur. Kayıtsızca kabul görmek, bütünüyle reddedilmekten daha hayret vericidir.
Güney’deki gerilimin, Zencilerin adaletsiz durumlarını pasif olarak kabul ettiği çirkin negatif barıştan, bütün insanların insan kişiliğine onuruna ve değerine saygı duyacağı, gerçek ve pozitif barışa geçişte gerekli bir aşama olduğunu beyaz ılımlıların anlayacağını ummuştum.
Aslına bakılırsa bu gerilimi asıl yaratan, şiddetsiz doğrudan eylem yapan bizler değiliz. Biz sadece canlı olan gerilimi su yüzüne çıkartıyoruz. Üstü örtülü olduğu sürece asla iyileştirilemeyecek bir çıbanın bütün çirkinliğiyle, doğal ilaçları olan havaya ve ışığa çıkarılmasının gerektiği gibi, adaletsizlik de iyileştirilebilmek için, açığa çıkmasının yarattığı bütün gerilimle birlikte, insan vicdanının ışığına ve milli kamuoyunun havasına çıkarılmalıdır.
Beyanınızda eylemlerinizin, her ne kadar barışçıl olsalar da şiddeti besledikleri için suçlanması gerektiğini öne sürüyorsunuz. Ancak bu mantıklı bir sav mıdır? Bu, paraya sahip olmak suretiyle kötücül soygun eylemini beslediği gerekçesiyle soyulan kişiyi suçlamak gibi bir şey değil midir? Bu, doğruya olan şaşmaz bağlılığı ve felsefi sorgularıyla sapkın halkın onu baldıran zehri içmek durumunda bırakan eylemlerini beslediği gerekçesiyle Sokrates’i suçlamak gibi değil midir?
Doğruyu yapmak için zamanın hep uygun olduğunu bilerek zamanı yaratıcı bir biçimde kullanmalıyız. Demokrasi sözünü yerine getirmenin ve milli ağıtlarımızı yaratıcı bir kardeşlik ilahisine dönüştürmenin tam zamanıdır. Milli siyaseti, ırkçı adaletsizliğin bataklığından kurtarıp insan onurunun sert kayalarına oturtmanın tam zamanıdır.
Birmingham’daki eylemlerimizden aşırı diye söz ediyorsunuz. İlk önce rahip arkadaşlarım benim pasif çabalarımı radikal olarak değerlendiriyor diye çok üzülmüştüm. Zenci toplumundaki iki zıt kuvvetin ortasında durduğumu düşünmeye başladım. Bir tarafta uzun yıllar baskı altında kalmalarının sonucunda öz saygısını ve biri olma hissini yitirerek ayrımcılığa alışmış Zenciler’den ve bir derece akademik ve ekonomik güvenliğe sahip olduklarından ve ayrımcılıktan bir şekilde kar edebildikleri için kitlelerin sorunlarına duyarsızlaşan orta sınıf birkaç Zenci’den oluşan boş vermiş kuvvet; öteki tarafta ise öfke ve nefret dolu olan ve şiddet savunuculuğuna tehlikeli derecede yakın duran kuvvet.
Ben ne “hiçbir şey yapma” düsturuyla hareket eden boş vermişleri ne de siyah milliyetçilerin nefret ve çaresizliğini taklit etmeniz gerektiğini söyleyerek bu iki kuvvetin arasında durmaya çalışıyorum. Çünkü sevgi ve şiddetsiz protesto gibi daha üstün bir yol var. Bu felsefe ortaya çıkmamış olsaydı, eminim şimdi Güney’in birçok sokağında kan gövdeyi götürüyor olurdu. Ayrıca daha eminim ki beyaz kardeşlerimiz şiddetsiz doğrudan eylem yapanlarımızı sorun yaratanlar ve dış provokatörler olarak reddetseydi milyonlarca Zenci, o hayal kırıklığı ve çaresizlikle siyah milliyetçisi ideolojilerde kurtuluş ve güven arardı ve bu gelişme kaçınılmaz olarak korkunç bir ırk kâbusuna dönüşürdü.
Baskı gören insanlar sonsuza dek baskı altında kalamazlar. Özgürlük özlemi sonunda kendini gösterecektir ve Amerikalı Zenci’nin yaşadığı da budur. İçerden gelen bir şeyler ona doğuştan gelen özgürlük hakkını; dışarıdan bir şeyler de ona bu özgürlüğün elde edilir bir şey olduğunu hatırlatmıştır. Amerikalı Zenci, bilinçli ya da bilinçsiz olarak Zeitgeist’a kapılmıştır ve Afrika’daki siyah kardeşleriyle ve Asya, Güney Amerika ve Karayipler’deki kahverengi ve sarı kardeşleriyle birlikte o da, ırksal adaletin vaat edilmiş topraklarına doğru, büyük bir aciliyet duygusuyla ilerlemektedir. Zenci toplumları saran bu hayati dürtüyü anlayan kişi, bu mitinglerin neden yapıldığını da kolaylıkla anlayabilmelidir. Zencilerin birikmiş kırgınlıkları ve hayal kırıklıkları vardır ve bunlar ortaya dökülmelidir. Bu yüzden bırakın Zenciler yürüsün; bırakın belediye konağını dualarla tavaf etsin, bırakın özgürlük yolculuklarına çıksın- ve bunları yapmalarının neden gerektiğini anlamaya çalışın. Eğer bastırılmış duygular şiddetsiz biçimde açığa çıkarılmazsa şiddet yoluyla ifade bulacaktır; bu bir tehdit değil, tarihsel bir gerçektir. Bu yüzden halkıma hiç “Hoşnutsuzluğunuzdan kurtulun” demedim. Daha çok, bu normal ve sağlıklı hoşnutsuzluklarını şiddetsiz doğrudan eylemle yaratıcı bir şekilde dışa vurabileceklerini söylemeye çalıştım. Ve bu yaklaşımın radikal olduğu söylendi. Ancak radikal olarak sınıflandırılmak önceleri beni hayal kırıklığına uğratmış olsa da, konu hakkında düşünmeye devam ettikçe bu etiketten bir ölçüde memnun olmaya başladım. Mesele radikal olup olmamak değil ne tür bir radikal olacağımızdır. Nefret için mi, sevgi için mi radikal olacağız? Adaletsizliklerin sürdürülmesi yolunda mı, yoksa adaletin sağlanması yolunda mı radikal olacağız?
Mektubumu bitirmeden önce beyanınızda beni derin dertlere gark eden bir başka noktadan daha söz etme ihtiyacı hissediyorum. Birmingham polisini düzen sağladığı ve şiddeti önlediği için samimiyetle övmüşsünüz. Eğer polis köpeklerinin silahsız ve şiddetsiz Zencilere dişlerini geçirdiğini görmüş olsaydınız onları bu kadar samimiyetle över miydiniz bilmiyorum. Eğer polislerin burada şehir hapishanelerinde Zencilere ne kadar çirkin ve insanlık dışı bir muameleye maruz bıraktığını; Zenci kadınları ve genç kızları itip kaktığını ve onlara hakaret ettiğini; Zenci adamları ve genç çocukları tekme tokat dövdüklerini ve iki kez olduğu gibi birlikte duamızı okumak istediğimiz için bize yemek vermeyi reddettiklerini görseydiniz bu kadar kolayca onları över miydiniz bilmiyorum. Birmingham polis karakoluna olan övgülerinizde ben size katılamıyorum.
Son birkaç yıldır şiddetsiz olmak için kullandığımız araçların, ulaşmaya çalıştığımız amaçlar kadar saf ve temiz olması gerektiğini anlattım durdum. Ahlaki amaçlara ulaşmak için ahlaksızca araçlar kullanmanın yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım durdum. Ancak şimdi ahlaka uygun olmayan amaçlar için ahlaka uygun araçlar kullanmanın da aynı derece de hatta daha da yanlış olduğunu belirtmeliyim. Belki Cornor Bey ve polisleri; Georgia, Albany’deki Komiser Pritchett gibi, toplum içinde oldukça şiddetsiz olabilirler; ancak bu kişiler ahlaka uygun olmayan ırksal adaletsizliği sürdürme amacıyla ahlaksal araçlar kullanmış oldular. T.S.Eliot’ın da söylediği gibi, “Son ayartma en büyük ihanettir: Yanlış sebepler için doğru şeyi yapmak”
Keşke büyük cesaretleri, acı çekmeye gönüllü oluşları ve büyük bir provokasyonun ortasında sürdürdükleri şaşırtıcı disiplin için Birmingham’ın Zenci oturma eylemcilerini ve göstericileri övmüş olsaydınız. Güney, bir gün gerçek kahramanlarını tanıyacak. Asıl kahramanlar, alay eden ve düşmanca davranan kitlelerle yüzleşmelerini sağlayan asıl amaçlılıkları ve liderlerin hayatına özgü ıstırap dolu yalnızlıklarıyla, yeni James Meredith’ler olacak. Asıl kahramanlar, halkıyla ayaklanarak ayrımcılık yapılan otobüslere binmemeye karar veren ve yorgun olup olmadığı sorulduğunda haysiyetle “Ayaklarım yorgun, ama ruhum dingin” diye cevap veren Alabama, Montgomery’deki yetmiş iki yaşındaki bir kadının temsil ettiği yaşlı, baskı gören, ezilen Zenci kadınlar olacak.
Eğer bu mektupta hakikati abartan ve mantıksız bir sabırsızlığa işaret eden her hangi bir şey söylediysem lütfen beni affedin. Eğer hakikati eksik ifade eden ve kardeşlikten daha azına razı olmamı sağlayan bir sabra sahip olduğumu gösteren her hangi bir şey söylediysem de Tanrı beni affetsin.
Umarım bu mektup elinize ulaştığında inancınız güçlü olur. Yakında şartların, bir bütünleştirici ya da insan hakları lideri olarak değil; bir rahip arkadaşınız ve Hristiyan kardeşiniz olarak, her birinizle buluşmamı mümkün kılmasını umuyorum. Hep birlikte ırksal ön yargı bulutlarının yakında geçeceğini ve korku içindeki toplumlarımızdan derin yanlış anlama sisinin kaldırılacağını ve çok uzak olmayan bir gelecekte sevgi ve kardeşliğin parlak yıldızlarının bütün güzellikleriyle büyük milletimizin üzerinde parlayacağını umalım.
Barış ve kardeşlik davası için hürmetle,”
Martin Luther King, Jr.
İngilizceden çeviren: Ezgi Göç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder