15 Aralık 2013 Pazar

Oy akşamlar - Kürdün Gelini




Ne güzel bir türküdür bu. Kürdün gelini'ne yakılan ağıttır. Kendine acı yoğuran, yoğurduğu acıdan kendine sığınak yapan Kürdün Gelini...


29 Kasım 2013 Cuma

yokuş yol'a - bir yer kanar


Diyar-ı Bekir'den  yeni bir dergi çıkıyor. Kendi halinde, yarasını yokuş'a sürmek için geliyor. Kimseye dert olmak için değil, kendi derdinde olmak için yola çıktı. En büyük derdi, sözün namusunu korumak...

Bir yer kanar... Kürdistan'da...
Bütün kanamalar, hep yokuş yol'a

Hep beraber şahit yazdıralım kendimizi bu yolculuğa

facebook: https://www.facebook.com/yokusyola
twitter: @yokusyola
posta: yokusyola@yandex.com


6 Kasım 2013 Çarşamba

LaWje - Kew Bune Cot






Usul usul akıyor şarkı. Kalbe ve dahi bütün bir ikindiye sirayet ediyor. Sadece kulağınızı verin. Bırakın mihmandarlığını yerine getirsin.

Ağır Aksak Cinayet

Karnı deşilen gölgeler yürür zamana. Kimse neyin, ne zaman ve niçin orta yere düştüğünü sormaz bile. Düşen bırakılmıştır. Bırakılan bizden olmamıştır hiç. Deşilen karınların yürürken çıkardıkları sesler ile geçinmek diye bir mevzu girmiştir hayatlarımıza. Bilememişizdir mesela. Zira hüviyet yoksunu olmuştur diğer her şey gibi asıllar. Pasın demirle yoldaşlığı gibi çürümüş bir dimağ(¡), sirayet etmiştir arada kalan yollara…  

Aç değiniler ve davetsiz sofralarda doyurulan karınların çağındayız artık.

- Sahi, açlığın da bir haysiyeti olmalı değil miydi? 

Sustuk.

Devamı: http://kulturgundemi.com/cihan-ulsen-agir-aksak-cinayet.html


17 Ekim 2013 Perşembe

Geçmiş ve Fantezi’nin Arafı : Nostalgia


Doktor olsaydım, ona şu teşhisi koyardım:
"Hasta nostalji yetersizliğinden rahatsız.”
Milan Kundera – Bilmemek


Nostalji,  Geçmişte kalan güzelliklere olan özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesidir. Nostalji kelimesini böyle tarife ediyor Türk Dil Kurumu. Ayrıntılı tarifin hemen arkasından nostaljiyi tanımlamada vurucu ve tek kelimelik bir atış geliyor, geçmişseverlik.

Nostaljiyi sadece kelimenin bire bir karşılığı ile anlam dünyamızda karşılığını bulmasını beklemek yanıltıcıdır. Zira bazı kelimeler, kendinden fazlasıdır. Dile geldiğinden daha fazlasını gösterir ve anlatır bize. Nostalji de bu anlamda ziyadesi ile nev-i şahsına münhasır bir kelimedir. Bulunduğu bağlama göre kendine yer açabilen bu naçiz kelime, bireysel olandan toplumsala oradan da siyasala birçok sorunu teşhis etmede bize yardımcı olabilir. 

Tarihin biricik nesnesi insan, nicedir “nostalji hastalığı” ile malul.  Geçmiş ve geçmişe olan tarif edilemez bağlılık, muzdarip olma halinden fazlasına tekabül etmekte. Nostalji hastalığı, geçmişte yaşananlara toz kondurmadan, fetiş bir ilişkiye kapı aralıyor. Yaşananlar ile kurulan böylesi bir ilişki biçimi,  anlamlandırma ve kendini bilme noktasında kafa karışıklığını hemen arkasından getiriveriyor. Zira nostalji, özü itibari ile kişinin fantezi dünyasını da kapsayan ve bu fantezi dünyasından kopup gelen bir kavramdır.

Hal böyle olunca yani işin içine fantezi girince kişiden/sistemden/toplumdan objektif olunması beklemek safdillik oluyor ne yazık ki. Geçmişe dair bireysel ve toplumsal ne varsa istenilen, sipariş edilmeye matuf paket programlar olarak toptan bir kabulün kollarına giriveriyor.

Bu tutum beraberinde “ne yaptım?” soru cümlesine verilen cevabı baştan hükümsüz kılıyor. Haki, “ne yapmalı?” soru cümlesini ise başından öksüz/yetim bırakıyor. Zira geçmiş, bir sevicilik noktasından ele alındığından itibaren kendi kaderine derin çizikler atarak, makul bir eleştiriyi yapma olanağını hemen elimizden alıveriyor. Bu durum, değindiğimiz üzere bireysel olandan toplumsal olana kadar yansımış durumda. Her iki durumda da bir hesaplaşma asla yapıl(a)mıyor artık. Objektif olandan uzaklaşıp nesnel olana bulandıkça üstümüze kitlenen kapıların haddi hesabını yapmak da zorlaşıyor.  

Best-seller yazarlardan Adam Fawer bir kitabında “Unutma, ileri gidebilmen için arkadakileri unutman gerek” gibi bir cümleyi kurmakta beis görmemiştir. İlk bakışta çok afili bir cümle gibi duran bu motto, yazara ve yazarın kendi iklimine göre anlaşılabilinir bir şeydir. Ziyadesi ile pornografik bu cümle, kendi iklim şartlarında ( modern olan/kapitale meyleden dünya) tümüyle unutma ve unutturma üzerine bina edilen bir dünyanın kapılarını açık ediyor bizlere... Modern dünyanın zerk ettirmeye çalıştığı tam da bu mottonun salık verdiğidir aslında. Geçmişi unutmak ile geçmişine fantezi katmak aynı kapta eritilip önümüze self servis ediliyor.

Adam Fawer’in bu cümlesini seçmemdeki asıl sebep, bizlere bir karşılaştırma imkânı tanımasıdır. Yazar gibi geçmişi unutmayı, ileriye doğru atılacak adımların öncülü olarak kabul ettiğiniz andan itibaren nostalji hastalığına da yakalanmış oluyorsunuz. Zira geçmişi unutmak ve görmezden gelmek, onu fantezilerle beslerseniz mümkün olacak bir şeydir. Fanteziler ile gerçeği istediğiniz gibi eğip bükebilirsiniz. Bunun gerçekleştirmek için tek bir mani bulamazsınız kendinizden başka. Böylece geçmiş, bir vakıa olarak değil bir hayal dünyası, görülmüş bir rüya olarak addetmeye başlarsınız.

Hepimiz aynı dertten muzdaripiz. Hepimiz, ortak bir hastalığın kollarında derdimize deva bulmaya çalışırken kanımızda dolaşan hastalığı git gide kabul ediyoruz aslında. Kanıksıyoruz. Kanıksadıkça kendi öncüllerimize yabancılaşıyoruz.

Kendini bilmek, geçmişini bilmek ile mukallittir. Modern olan, kendini bilen bir insandan çok kendini, kendinden görmeyeni salık verir. Denklemdeki eşitlikler bu minval üzre kurulur ve diğer her şey bunlar üzerine bina edilir. Geçmişinize “kaza süsü” verdiğiniz andan itibaren, sadece kendinizi değil arkanıza aldığınız kültürü ve medeniyete de aynı durumu layık görüyorsunuz demektir.  Dolaşıma sokulan dil, hepimizin zihin dünyasını darmaduman etmiş durumda ne yazık ki. Unutulmamalıdır ki elverdiği ölçüde hatırlamamak ya da tam tersi geçmiş olanı kendi hayal dünyamızda nesnel bir eğip bükmeye tâbi tutmak, modern insanın arkasında sürekli taşıdığı kafa kâğıdı olmuştur artık.




12 Ekim 2013 Cumartesi

Tertip


Bedenleri, hangi yönün çocuğu olduğu bilinmeyen bir rüzgâr sarıverirken, aklın sebat ile sınavı zorlu olacaktır.  karabasanların sabahlara eşliği bu vurguya ek olarak sunulmuştur…

“Küçük bir açıklık kalmıştı fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve ben sadece sol gözümle ağlıyordum. O açıklığı kapatıp aynayı tamamlamaya cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, hatırlayan yanımdı benim. Bu yarım hatırlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum. Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek, aynı O'na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dört kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim… (Tol’dan)”

Tavan arası düşünceler ile aklını ziyana boyamak, tedbir gerektirir ruhun kaçış yollarına. Kendi ömrünün kıyısında köşesinde kalanlara şerh düşerken, tesirde şaşmaman hayırdır senin için. Ve hâyır, hep tavanın hemen altındadır. Bu da vurguların selameti için ek olarak iliştirilmiştir, bu faslın en dokunaklı bölümüne…

“Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun. Birbirinden nafile intikam planlarıyla oynuyorsun. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık Kırıkkale tutukluk yapmazsa tabi… (Tol’dan)”

Yakarmalar nafile… Artık çıkılacaktı yola. İntikam denen o gerçek ama sağ tarafı tarifsizliğe değen ile beraber. Yolculuk beraberinde neler getirir ya da dönüşteki götürüsü ne şekilde hesaba kitaba konu olur bilinmez belki ama bilinen, yolun hiçbir menzile gebe olmadığıdır, her soluksuz kalışta…

“Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi…(Tol’dan)”






27 Eylül 2013 Cuma

Biz, Şehir Ahalisi




Güneş neredeysek orada bulur bizi
Ya cünup ve yalancı veya miskin ve ülser.
Falımız neyse çıksın diye açarız indeksleri
Sayılar bizi bulur, o ayıp işaretler*



Bir tutunamama öyküsüdür modern insanın yaşadığı/yalnızlığı. Dün ve bugünün hesabını vermeyen/veremeyen ama gelecek kaygısı ile sürekli terbiye edilmeye çalışılan netameli bir öykü bu. Bundan, kayıtlara düşmeli tüm olan biten. Zira zaman, ellerimizden kayıp giderken kâr/zarar hesabında olmaması gereken bir muhite kayıtlarımız düştü. Suretimizi unuttuk nicedir. Nicedir, hüzzam bir öykünün nağmeleri kulaklarımızda. Anlatım kalıplarının hiçbirine sığmayan ama özünde hep bir sızının vuku bulduğu, anlatması kolay, velâkin zaman denkleminde hazinliği mendil ıslatan bir öykü bu... Ve bir o kadar ağlamaklı…

 “Sevda ne yana düşer Usta?” dizesinin artık anlamsız olduğu üzerine kurgulanmıştır her şey. Neye karşılık geldiğini/geldiğimizi bilmediğimiz bir “Kurgular Cumhuriyeti”nin sakinleri olup çıktık. Kendi yanlışını/acısını/umudunu/hayalini yaşayamayanların bağrışlarından oluşan kalabalıklar oluverdik bir anda. Kabahatlerimizi başka kabahatlerle örtme konusunda mahiriz artık. O kadar kendimizden eminiz. Bu eminliğimizi sorgulayanlara olduğu gibi karşıyız. Toptan redde meyyaliz. Olduğu gibi küfrediyoruz karşımıza konulan eleştirilere. Bir yanlışın da koynunda büyünülebileceği ezberi, modern dünyanın suları altında kaldı. Limanlara çöl yalnızlıklarını boşuna kondurmadık.

Ekmeğin aslanla olan hasbıhali, çoktan kayıt dışı hayatlarımızda masal tadı oluverdi. Fark etmedik bile. Sabahı karşılamak bir zaman mefhumu değil artık. Mekân ise kara parçasıdır artık yüzeyin herhangi bir yerinde.  Coğrafyalara sığmayacak ölçeklerden münezzehtir hüznümüz velhasıl… Bilemedik.

İman denilenin aslında “aşk” ile olan içli dışlı muhasebemizi/muhabbetimizi sosyal/siyasal/ekonomik âleme kurban vereli ellerimize ve dahi kalbimize sirayet eden kanı temizlemek epey bir zamandır çaba olmaktan sayılmıyor. Kabullendik. Kanıksadık. Antlaştık. Biz, kabullenip kanıksadıkça ve antlaştıkça gelip geçici olanın uçuculuğuna, karanlık tarafın uysal müritleri oluverdik.

Eskiden ama çok eskiden mütemadiyen yoklama çekerdik kalbimize. İtikadın, balçıkla sıvanamayacağını bilirdik. Yürümenin bir yol ayrımı tabelasından daha fazlasını içerdiğini tecrübelerimizle sabit kılmıştık. Her çekilen yoklamada biraz daha kuşkuya boyanırdı tüm uzuvlarımız. Gocunmazdık. Şüphenin kendini belirsiz bir tende bulmasını imandan sayardık. Şükür sahibiydik. Nihayetinde varılması gereken yere varır, eksiğimize iman etmiş bir hal’de yaşamaya devam ederdik.  

Şimdi tüm mesele, bu hazin ve bir o kadar ağlamaklı öykünün bizden ne kadar aldığıyla alakalıdır. Ve tabi geriye ne bıraktığı… Bütün bu yazılanlar bir hamaset oyunu olarak algılanabilinir. Şizofrene bulaşmış bir aklın/ruhun kendi kendisi ile konuşmayası ya da… Ama en nihayetinde geride, konuşulacak bir mevzuumuzun dahi kalmadığı gerçeği var önümüzde. Herkesin gözü aydın. Ölüm, çok uzak artık bizden… Zaten arzulanan ve bir nesne haline getirilmeye çalışılan da bu değimliydi? Muzaffer bir eda yakışır şimdi.

Bir tutunamama öyküsüdür modern insanın yaşadığı. Zira tutunacak bütün dallar,  birer bire koparıldı itina ile. İnanmayı ve güvenmeyi yitirdi çünkü âdemoğlu. Bazen bir şiirin, bir öykünün ; bazen bir cümlenin bazen de sadece bir gülüşün hayatlarımızı değiştirebileceği, bir ihtimal olmaktan çıktı. Kapımızı tıklatacak yarenlerimizi ( siz bunu “her şey” olarak da okuyabilirsiniz ) suyun öte yakasında unuttuk. Arama zahmeti ise kuvvet yoksunudur bu zaman aralığında. Aldık ve kabul ettik.

Anlatmalı demişti adam. Sade ve sadece anlatmalı. Bir anlatıcıya düşen, kıyıya köşeye bırakılmış/atılmış fiil köklerinin hakkını vermek olmalı demişti. Buraya kadar gelmişken şöyle demeli: Belki biz, şehir ahalileri olarak kendimize itikat telkin edebileceğimiz bir şeyler bulmamızın tam zamanıdır. Tam zamanıdır ya da ölmenin…  



Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş kişiler
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle
Kimbilir kimden umarız emr-i bi'l-ma'ruf
Kimbilir kimden umarız nehy-i ani'l-münker
Bize yalnız oğulları asılmış bir kadının
Memeleri ve boynu itimat telkin eder.**
 




*/** Dişlerimiz Arasındaki Ceset, Şiiri - İsmet Özel



25 Eylül 2013 Çarşamba

Sevda Ne Yana Düşer Usta

Bazen bir şarkı kendinden çok fazlasıdır. Bazen dinlemek o şarkıyı, büyük bir karşılıktır. Kimsenin bilmediği...

Sahi Usta, sevda ne yana düşer?





elim sanata düşer usta 
yürek acıya 
olum hep bana 
bana mi düşer usta? 

sevda ne yana düşer usta 
hicran ne yana 
yalnızlık hep bana 
bana mi düşer usta? 

gurbet ne yana düşer usta 
sıla ne yana 
hasret hep bana 
bana mi düşer usta?

Gazel : Gam-ı Aşkınla Ahvalım

GAM-I  AŞKINLA AHVALIM

Gam-ı aşkınla ahvâlım perişan oldu gittikçe
Cafâ vü cevr-i hicrinle ciger kan oldu gittikçe

Ziya-yı  şu’le-i hüsnün füzûn oldukça alemde
Nice aşufte diller mestü hayran oldu gittikçe

Gönül bir yareden aciz etibba melhem etmekten
Benim derd-i derunum set hezaran oldu gittikçe

Figanım dinle ey gül mevsim-i bağ-ı baharımdır
İşin bülbül gibi giryan-u nalan oldu gittikçe

Helas olmak görülmez dest-i ğemden derd-i mihnetten
Demadem Kani’a dil mülkü viran oldu gittikçe

                                                                            Birecikli Kâni 

20 Eylül 2013 Cuma

Söz'e Giriş



Söz sahibi olmak, söz söylemenin olmazsa olmaz koşuldur.
Söz’den önce sözü söyleyecek, söze sahip çıkacak bir varlık olmalıdır. 
Bundan dolayı bir sahip olma ve dahi sahip olduğunun farkına varma bilincini önceler.
Mülkiyet iddiasından başka bir şeydir bu.
Zira mülkiyet iddiası, iktidar denen olgunun kollarında hayat bulur.
İktidarı bu manada bütün söz’lerin sahibine layık gören er kişi, haddinden vazgeç(e)mez/vazgeçmemelidir.

Söz söylemek iddia sahibi olmak demektir.
İddia sahibi,  iddiasını ispatla mükelleftir.
Zaman ve mekân denklemini gözetip, durumdan vazife çıkararak söz söyleyenler, beyhude bir çabanın içerisinde olmuşturlar hep.
Tarihin bu konudaki tanıklığı herkesin malumudur.
Söz, zaman ve mekândan bağımsız olmalıdır.
Ağızdan çıkan her bir harfin/hecenin/kelimenin vebali söyleyenin boynunadır.
Zira boynuna geçirilenler ve boynundan dökülenler ile teraziye vurulur âdemoğlu, hep.

Söz, var olana/yaşanılana çeki düzen vermek için en büyük silahtır.
Geçici olana ve kuvvetten düşmüş olana yüz vermemesi bundandır.
Sürekli adalete ve merhamete çağrısı mayasındandır.
Bundan dolayı zalimlerin ve kıymet bilmeyenlerin ağzında eğreti durur.
Sözün bu gücünü küçümseyenler, mana yoksunluğunda boğulanlardır.
Modern zamanların bu en sahici gücü yok etme uğraşı, gözden kaçırılmaması gereken hayati bir meseledir.

Söz, mevzu ve mevzi sahibi olmaktır.
Bütün bir mevzu, adalet ve merhamettir.
Kendi mevzusuna ve mevzisine sahip olmak, modern zamanlarda elden bırakılmaması ve sürekli sakınılması gerekendir
Adalet ve merhamete çağırmayan, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen söz, boş ve kafa karıştırıcıdır.
Boş ve kafa karıştırıcı söz’lerin sadre şifa olmaması ise tam da bundandır.
Söz sahibi olmak...
Söz Söylemek…
Böylesi bir çabanın gölgesinde serinlemek...
Bunun için bütün koşulları inadına zorlamak.
Paye vermemek, gelip geçici olana.
Söz, büyü değildir. Efsunla ilgisi yoktur.
Sürekli gerçek ile alışverişi olduğunda özü itibari ile bir hakikat çağrısıdır.
Umudumuz/duamız bu çağrıya kulak vermek ve iddiamızın sahibi olmaya çalışmaktır.

O zaman ilahi kelamın söz’leri ile başlayalım/bitirelim:
“Onlar ki sözün namusunu korurlar ( Ankebut-3 )”



2 Eylül 2013 Pazartesi

Suda Balık Yan Gider



Bu da böyle bir türküdür işte. Alır, aldığı ile bırakmaz ama. 


Ali İhsan Tepe ve Erkan Çınar, iki güzel adam. Suda Balık Yan Gider türküsünü terennüm ediyorlar. Kulak verelim biz de...


17 Ağustos 2013 Cumartesi

Şehir ve İnkılap


"her iklim kendi vatanına gebedir.
her söylence, kendi ikliminin dilini açığa vurur…"


Tadı da kaçar yağmurun bir vakit sonra, şehre çöken sisin ağırlığında.
Kaybedilen mavinin alacasında, tam da gidenin ertesinde…
Kırmızlıklarda mesken olduğumuz gibi
Sınırları da kalkar bir zaman aralığında, şehirlerin...
Şehirler, ergen çocuk gülümsemesinden münezzeh yaşayıverir ezberine yerleşeni. Yerleştirdiği kadar hüküm sürer çünkü.
Hüküm kurduğu kadar muktedir…
Akar zaman, bakmaz gerisin geriye, en olmadıkları peşinden ayırmadan, en tahminden uzak olanları arkasına bırakmadan.
El ele verirler mekânla.
Zaman ve mekân denklemi kurulur.
Vakitlerden bela sadır olur.
Belalardan aymaz olan gündönümleri yerleşir atlasa.
Memleketler kurulur, dâhilen ve haricen.
Bir iktidar olma çabasının en netameli hali, hâsıla mesken olur.
İsmin bütün halleri isteyene armağan...

Sacayakların korunaklı kısmından antikor hükmünde yalnızlık akar bir zaman sonra.
Bir zaman sonra, yerleşiverir denklem dediğimiz, haki bıçak hükmündeki kesikler ve keskinlikler...
Anlamaz olur âdemoğlu, alnına divit ucu ile dökülenleri.
Anlamaz, ziyan olur.
Yordam araması peşi sıra gelirken arkasından, yol’un karanlığı hesaba kitaba konu olmaz.
Bir olmamışlık, bir ahir zaman olur.
Ahir zaman, yoksunluk...
Yoksunluk, şehir hülyası…
Şehir, kayıp bir atlas, insan ruhundan arındırılmış…  
İzahta eksik kalınan denklem, uymaz âdemoğlunun tıynetine.
"Başka yolların sevdasına" kendini duçar eylemenin zamanıdır artık.

Ama bir yerde
Bir inkılâp çağrısının en kulağa yakışanı peyda olur.
Hayatın ucu bucağının görünen kısmında satıhlara iliştin tüm itirazlar, hükmünde kuvvet barındırması gereken bir çağın ayak seslerini yerleşir kulaklara.
Tırmalayan değil elbet, sukut kıvamında…
Hicret, sukuta eşlik eder.
Sukut gidilmesi elzem şehre…
Ruh, başka bir dilden konuşur:
“Her hicret bir inkılâptır”.
Her inkılâp, kendi şahsi tarihine düşürülmüş şerh.
Tüm bir ömür üzerinde sürekli bir geri dönme hali.
Geri dönme ve ezber tazeleme çabası…
Umurun umurunda olmadığı nice umudun onarılma telaşı.
Telaşın safkan insan olan hali…
Şehir ve insanoğlu bu kalabalıkta sadece hicrette hayat bulur...
Böylece damarlardan sadece antikor değil, hayat da akmaya başlar.
Her muktedir çaba, paspas niyetine dağılıverir ayaklar altında.
Her mavi, kapı tıkırtısı kadar yakın olur.
Her kırmızı, kendi kaderi ile baş başa...




25 Haziran 2013 Salı

Biz Eşit Değiliz Sevgilim, İsmail Kılıçarslan

İsmail Kılıçarslan Meksika Sınırında Okuyor
"Biz Eşit Değiliz Sevgilim"
3 Mayıs 2013






Coğrafyaya Bulaşan İltihap : Ceylan


Suskunluğu, bir ölüm üzerinden yeniden tarif edebilme gücü üzerinedir bu yazının ahlakı.
Bu yazı, bir memleket hikâyesidir ve üzerine en kanlısından bir roket bırakılmıştır.
Bu, yeryüzündeki tüm Ceylan’ların hikâyesidir…

Ceylan on dört yaşında. Belki on iki…
Nüfus kayıtlarının çok da önemsenmediği bir coğrafyanın kızı O.
Diyarbakır’ın adı hep savaş ile anılan Lice ilçesinden.
Kürt kızı. 
Güzel mi güzel...
Fal taşı gibi açılmış gözleri ile fotoğraf çektirirken, 
vicdana ağır sapmalar bırakıyor, bakışlarından fırlayan o masumiyet…
Bir de makarna seviyor, salçalı…

Ceylan bir sabah, her zamanki sabahlar gibi hayvanları otlatmaya çıkıyor evinden.
Çıkmadan önce annesine iyice bir tembihliyor. “Makarna isterim” diye.
Çıkıyor. Evlerinin henüz üç yüz metre uzağına gidemeden bir havan mermisi bedenini paramparça ediveriyor.
Bir havan mermisi, aslında hayatımıza, hayatlarımıza düşüyor.
Paramparça ediyor, neye ve kime inanıyorsak.

Sonra hâkim olan havayı solumaya başlıyoruz.
Önce savcı sonra doktor sonra jandarma “güvenlik gerekçesi” ile gitmiyorlar köye.
Güvenliklerinden şüphe ediyorlar. Şüphe edilmesi elzem olan onca şey varken.
Güvenemiyorlar ölünün başında ağıt yakanlara.
Annesi topluyor etekliği ile Ceylan’ın başını ve ayaklarından arta kalan vücudunu.
Etekliği ile “Can”ını topluyor…

Sesini duyuramayan annesi soruyor, yine mahzun: 
Kim katletti Ceylan’ımı? Hadi katledildi, kim sahip çıkmaz Ceylan’ıma?
Hadi sahip çıkmadınız, peki hiç mi umursamadınız on dördünde bir genç kızın ölümünü?
Soruyor, sesi çıkmayan anne, kesif sessizliğe…

Sonra tozu dumana katan bir sessizlik çöküveriyor memleketimin üzerine.
Vebalini kimse boynuna borç bilmiyor.
Kimse karşılığı olmayacak bir hesap içerisinde olmak istemiyor.
Kırsal bir ölümü reva görüyoruz el birliği içerisinde Ceylan'a.
Ölümü, kalplerimizde yaşıyoruz tüm memleket ahalisi olarak.

Ceylan…
Ceylan’ım…
Güzel Kızım.

Şimdi kulaklarda, yüreklerde ve tüm bir coğrafyada ağır iltihap zamanı...

Yoksa zamanı bir antibiyotik mi sandık bu zamansızlıkta?

12 Ekim 2009

Mirzabeyoğlu : Gadre Maruz Kalan Ruh


Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Memleket sathında değişen hiçbir şey yok. Bir hesap kapatılmadan başka bir hesabın derdine düşüyoruz yine. Kapatılmayan hesaplar, hayat hanemizin kayıp kısmına usulca yazılıveriyor. Hissetmiyor, hissetsek bile duyumsamamaya çalışıyoruz. Modern hayat, kroşelerini eksik etmiyor suratlarımızdan. Mutlu olduğumuz/olacağımız sanrısı üzerine sahte bir huzurla yol alıyoruz/yaşıyoruz canım memlekette.


İktidar, bildiğini okumaktan geri durmuyor. Okuduğunu bizlere ezberletmede geri kalmadığı gibi. Ölüm oruçlarının 53. gününde halen somut bir adım atılmadığı gibi mesela yada  Roboski katliamında halen faillerin ortaya çıkarılmadığı gibi. hal bu vaziyet üzerine giderken başka bir haber daha düşüyor gündemimize: Salih Mirzabeyoğlu, 28 Şubat Meclis Araştırma Komisyonuna ifadeye vermeye hazırlanırken,  ruhi ve psikolojik durumunun incelenmesi için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne  kaldırıldı. Bununla da kalınmadı, iktidara yakınlığı ile bilinen bir gazete, sadece var olan durumu haber etmesi gerekirken  Mirzabeyoğlu'nu terörist/başı ilan etmekten geri durmadı.


Bir taraftan Meclis Araştırma Komisyonu  diğer  taraftan  Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 28 Şubat darbesi ile ilgili geniş kapsamlı araştırma/soruşturma yürütürken, kamuoyunda 28 Şubat'ın siyasal yargı kararlarının iptali yüksek sesle dile getirilirken ve de 28 Şubat sürecinde kendisine yaşatılan zulüm ve haksızlıklar ortaya çıkmışken, Mirzabeyoğlu'na reva görülen muamele kabul edilemez, edilmemelidir. Bu memlekette hala insanların haysiyeti ve onuru ile oynamak bu kadar kolay işte. İktidar, ezberlerini bozma konusunda ketumluğunu elden bırakmazken, duyarlılıkları beklenen medya, yargısız infazlarına bir yenisini ekleme konusunda hicap duymaktan uzak bir tavrın gölgesinde ne yazık ki. Hele ki söz konusu muktedirlerin 28 Şubat döneminin mağdurları olduğu göz önüne alınırsa olayın vahamet boyutu kat be kat artmaktadır.  


Mirzabeyoğlu'na reva görülenler ruhu gadre uğratacak bir dilemmadır. Bu ruh nicedir bu dilemmanın kollarında hayat bulmaya çalışıyor kendine. Bütün tanıklıkları ile artık 28 Şubat'ın ne olduğunu/ne olmadığını artık biliyoruz. Bildiğimiz, Batı Çalışma Grubu adlı illegal oluşum tarafından kontrol ve koordine edilen yargı mensuplarının, 28 Şubat sürecinde verdiği bütün kararların bu oluşumun talimatları ve/veya yönergeleri ile verildiğidir. Bu da verilen kararların hukuksallığına gölge düşürmekte ve bu mahkeme kararlarının siyasi, hukuka aykırı ve şaibeli olduğunu göstermektedir.


Artık sağlıklı düşünmek bir lükse karşılık geliyor memlekette.  Canım memleketin hali böyle olunca ölüm oruçlarından tutun da ana dilde eğitime ; Mirzabeyoğu'ndan Roboski'ye kadar uzun ve birbirine bağlantılı ziyan halleri, hayatımızda meskun mahal ikamet etmekten geri durmuyor.   Kişisel tarihim açısından mazlum-zalim, haklı-haksız, güçlü-güçsüz denkleminin bu kadar değişkenlik gösterdiği başka bir zamana daha tanıklık etmedim. Dileğim, ruhta derin yaraların açılmasına sebep bu tanıklığımın bir an önce sona ermesidir.


Not: MAZLUMDER genel merkez ve şubelerince “28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin” İmza Kampanyası halen devam etmektedir. Kampanya katılmak için www.28subatyargikararlariiptaledilsin.com  


En Güzel Haberler Sizin Olsun*


en güzel haberler sizin olsun
en fiyakalı düşler ve kredi kartına on iki taksit aldanışlar
mil puanlarınız ve dört alışverişe yüz liranız
sizin olsun kariyer planlarınız ve muhasebe kayıtlarınız
kaçırılan her liraya kurban gülüşleriniz
bir salon dört odaya sığmayan hevesleriniz
mutfak dolabınızın çürüğe çıkarılmış vişneleri ve artık sayısını bilemediğiniz program sayılı makineleriniz
dow jones endeksi, S&P 500 ve İMKB 100
bu iniş çıkışlar da sizin olsun

dipnot: merdivenler yoksullar içindir

en güzel haberler sizin olsun
noelleriniz ve sevgililer gününüz, kutlu ve mübarek
boy boy ren geyiği ve kırmızı kurdeleleriniz, kanatmak için çam ağaçlarınız
iç çamaşırı piyasasına getirdiğiniz canlılığınız ve piyasa ekonominiz
magazin haberlerinden self servis alınan vitaminleriniz
sizin olsun tabi ki de bütün bir tıp alemi
diyetler, zayıflama hapları, ruh bakraçları, mide fesatları
ve akışkan rimelleriniz, karaya boyayan allıklarınız ile
kozmetik dünyasına katkılarınız ve kattıklarınız sizin olsun
en güzel haberler sizin
üzerine eşantiyon iki diploma ve üç dil, müesseseden

en güzel haberler sizin olsun
birbirini boğazlarken adem oğulları
bombalar yağdırırken göğün ve yerin yüzeyinden
alın terine kurban giderken işçiler ve evlatları
hayvanseverliğiniz ve hümanizmanız ve vicdanınız
ekonomik ve ekolojik topluma olan sarsılmaz inancınız sizin olsun
sizin olsun kana bulayan çevreciliğiniz

çok afilli cümleler kurabilirim, olmadık hayaller bir de
hayallerinizi çalıp, kendimi kriminalize edebilirim
zihninizi kana bulayabilirim, katil suretinde çok maktul bir edayla
ya da bir yalana omuz verip, istatistiğin kollarına da atabilirim sizi
düşüncemi açık edip, seçkin olmayan sorular ile kanınıza girebilirim
doğru cevaplardan yalan sorular, yalan sorulardan doğru cevaplar devşirebilirim
de

mecrada şaşma yok,
hayat kendi debisinde
kaldırma kuvvetinin tesirinde
pozitif bilimlerin hemen yanı başında
her şey bu kadar pozitifken tabi ölmek de kolay

ölmek: katır sırtında taşınan ölüler
ölmek: otların üzerine parçalanmış kız sureti
ölmek: çocuk bedenine işlemeli mermiler
ölmek: dokunulmazlığı kaldırılan insanlık
ölmek: ne zaman bitecek bu şiir

-tamam sustum.

4 Aralık 2013

*Bu şiir İzafi Dergisinin Mayıs 2013 Sayısında yayınlanmıştır.

Körlük ve Vebal

Bildirilerin öfkesinden muzdarip olanlar,
gerekçeli kararlar arkasında ömür tüketenler,
yazı kalem burcunda mesken olanlar,
koruyamadıkları haysiyetleri ile kadim bir sessizliğe bürünmüş vaziyetteler.
İbretin neye tekabül ettiğinin resmini çiziyorlar.
Ezberletmeye çalışıyorlar bir de,
kırmızın yüzde bıraktığını unutmuş halde.

Memleket sathında olup bitenler,
yaşanan acılar ve çekilen ızdıraplar
nicedir yalnızca muhatabının canını yakıyor.
Coğrafya, yetim kalmışlığın tüm hallerinde
Coğrafya, iltihaba bulaşmış vaziyette.

"Hep böyle mi oldu?" sorusu, akıllara ziyan olarak,
vicdan muhasebesinde, hep öksüz kaldı.
Yetmedi tabi tüm bu gayretkeşlikler.
Vicdan, martaval mertebesinde,
akbabalara leş olarak sofralara ikram edildi.

Bombalanan insanlar,
açlığa yatırılmış bedenler,
deliliğe hapsedilmiş ruhlar,
tersanelerde ölüme önceden yazılmış alınterleri,
komşumuzun yetim ve öksüz bırakılmış, bedenleri kurşunlar ile doldurulmuş çocukları
hakkı talep ederken haksızlığa reva görülen genç adamları, güzel kızları
körlüğün sebepleri oldular artık bu memlekette
bilmeden ve istemeden.

Körlük, alna değince, göğün rengi değişir
ziyan bahçenin o meşhum tarifi sözlüklere girer.
Aklanmamış ne varsa hüviyetlerde
tarihe olduğu kadar geleceğe de mahkum olur.
karnı deşilen zaman, bir intikam yemini olup çıkar sonra. 

Bu ülke
ağır kanamadır şimdi,
ecza bulma kudretinden yoksun.
Vebal, en ağır kelimedir
ve bu öykünün en netameli tarafıdır. 


11 Kasım 2012